kurmaca · masal

Karanlığa meftun

Tanrı, “ışık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı.
Genesis, 1:3-4

Bir adam, kendini bildi bileli, karanlıkları aydınlıklara çevirmeyi kendine görev edinmişti. Kendine atfettiği bu sorumluluğun neşeli bir yazgının parçası olduğu zannıyla görev yerine bir koşu gidiyor, elinde ateşle, tılsımlı sözler çığırıyor, karanlıkları nurla tutuşturuyordu.

Bir gün, gözleri bağlandı, önüne çıkan karartıya sırılsıklam aşık oldu, bir heves sahiplendi, ona “karanlığım” dedi tüm kalbiyle, karartı gerçekten de o’nun karanlığı oldu. Tepeden tırnağa esridi canı, zevkten titredi bedeni, bir lâhza-i keyften hemen sonra kekremsi bir tadın işgaline uğradı, genzi acıdıkça acıdı. Velhasıl, karartıyla birlikte o da tedricen karardı, zifir oldu nihayetinde. Nahoş bir takatsizlik çökmüştü üzerine, dizlerine kadar batmıştı, çıkılacak gibi değildi bu bataktan. Dermanı tükenene değin, çamurda boşa dönen tekerlekler gibi çırpınıp dururdu en fazla…

Beklenmedik yazgısını gözden geçirince, bir ümit, belki eskiden kendisinin olduğu gibi biri çıkar karşısına diye tasavvur etti. Kim bilir, belki bir gün karanlığı aydınlığa dönüştürme görevini üstlenmiş başka bir âdem evladı çıkar da onu kurtarır perişanlıktan. Fakat, talihi yaver gider de bir gün öylesi vukuu bulursa hakikaten, ya olur da, elini tutmaya meyleden o zatı alıp çekerse kendi karanlığına, girerse günahına yok yere zavallının? Çok korktu bunları düşündüğünde. Tövbe etti. Şu bataklık sinekleri insaf edip üzerine konup durmayaydı, kâfiydi, başka da bir şey dileyecek değildi.

Midjourney kullanarak üretildi
kurmaca · satir

Patara’daki semaverin bazı külleri

“Dünyanın bütün külleri” adında kısa bir hikâye yazmak istiyorum kaç gündür. (Aşağı yukarı sekiz on gündür, sanıyorum.) Ölümcül bir hastalıktan mustarip bir adam geliyor aklıma ilk olarak. (Kahramanımı hemen her zaman zavallı bir adam olarak seçmemin nedeni kendi benliğimi farklı kılıklarda kurcalayarak bir öz-katarsise varmak arzusu mu, yoksa hayalgücü fukaralığı mıdır, kim bilir?) Ölmeden önce ısrarla yakılmak isteğiyle dolup taşacaktı yüreciği. İşsiz güçsüzdü bir süredir ama babadan kalma parasının son kırıntılarını bu son arzusunu yerine getirmek üzere harcamak istiyordu. Ömrünün finalinde istediği gibi davranmak en doğal hakkı olmalıydı insanın, herhâlde. (Pinti bir karakter değil ama har vurup harman savuracak hâli de yoktu, maddi durumunun sınırlılığından ötürü. Parantezi kapatalım.) Şu fani dünyada kimseye mühim bir şeyler bırakacak kadar serveti yoksa da, en azından bir yakınına (yakın diyerek tariz yapmamın anlayışla karşılanmasını dilerim) küllerini bırakabilirdi. Aklına son günlerde en çok gelen kimseye, onu hastayken ortada bırakıp giden eski sevgilisine…

Doğrusu, tüm bu krematoryum mevzuu aklıma İtalya’da bir kasabada ikamet eden bir arkadaşımın kalp krizinden hakkın rahmetine ansızın alelacele yürüyen babasının küllerinin toplandığı semaverden geldi. Fakat kahramanım ülkemizde yaşasa çok daha iyi olurdu, ve fakat ne yazık ki, bizde bir krematoryum namevcuttu. (Denildiğine göre Osmanlının son zamanlarında Zincirlikuyu mezarlığında bir krematoryum varmış ama inanın, bir dönem hikayesi yazacak hâlim hiç yok!) Bu durumda kahramanım İsviçre’ye gitmeye muktedir olacak, orada son günlerini geçirmeye razı olup (Alplerde dağ yürüyüşü yaptırsa mıydım ölmeden, son bir hayat kıpırtısı olarak acaba?), küllerini barındıran semaveri eski sevgilisine Bern’den kargolatacaktı. Ayrıca dokunaklı bir not bırakacaktı ona: “Sigaranı her tüttürdüğünde bu küllerle karıştır, dudağından gırtlağına oradan ciğerlerine ulaşan, gerisin geri havaya bıraktığın dumanlardan arda kalanlar bana her karıştığında, beni hatırla, olur mu?” Bir kalpsiz bile son isteği geri çeviremez. Zaten, onu hastayken dımdızlak bıraksa da, günlerce ağlamıştı, vicdanlı bir kadındı neticede. (Hikâyenin gidişatının selameti için kahramanımızın bu konudaki tahminini haklı çıkaracaktım mecburen.)

Gerçekten de öyle olacaktı. Kadın içtiği her sigaranın külünü, cesedin küllerinin üzerine serpecekti serpmesine de, doğal olarak, bir gün semaverde yer kalmadı… (Semaverin dolup taşmasıyla, kadının hüzne doyduğuna simgesel olarak işaret etmeyi amaçladım, hemen ertesinde de yası tamamlayacak bir edim gerekecek tabii.) Bunun üzerine bir karar alıp (ani kararlarından asla geri adım atmayacak tutarlılıkta bir hanım olduğunu vurgulayan bir başka olay), semaveri dikkatlice paketleyerek bavula atıp, kahramanımızla birlikte bir zamanlar sıkça gittikleri favori mekana, Kaş’a Patara Plajı’na gitti. Adamın cesediyle karışmış küllerini denize bırakınca, suyun içinde bu kadar çabuk eriyip gitmelerine şaşırmışçasına, dalgasız denizin sessiz fonunda hıçkıra hıçkıra göz yaşı döktü. Bunu fark eden kirli sakallı eli yüzü düzgün esmer bir delikanlı (kahramanımızdan oldukça genç biri olması gerektir) yanına yaklaşıp teselli etti hiç tanımadığı bu zarif kadını. Hüzün kadına fevkalade yakışıyordu. Kısmet bu ya, başka bir yavuklu bulmuş oldu böylece hanımefendi. Boş kalan semaver o andan itibaren yeni sevgililerin yakıp yakıp söndürmekten usanmadıkları sigaraların küllerine ev sahipliği yaptı. Günlerce doldurdular ve boşalttılar İsviçre yapımı bu hatırayı. Ta ki…

Yukarıda fark ettiğiniz ya da edeceğiniz üzere – hikâyenin karakterine çok daha uygun olduğunu düşünüyorum – başlığı değiştirmek zorunda kaldım.

kurmaca · video · yapay zeka

Keşiş ve Rahibe

Bir arkadaşımın seslendirdiği öykümü resimlendirmek istiyordum. İlk girişimim başarısız olunca, profesyonel ressamların talep ettikleri büyük paraları elden çıkarmamak için doğrusu bu projeyi askıya aldım. Geçen ay Midjourney isimli imge üretici yapay zeka programından haberdar oldum, ve tasarladığım resimleri bu program aracılığıyla üretmeye karar verdim. Sonuç aşağıdaki videoda… İşin ilginci, bir yapay zekaya tarafından yapıldığından habersiz sanatçı bir arkadaşımın videodaki imgeler için “çok iyi çizimler” demesi oldu… Bu tepki benim için yeterli oldu. Öykünün biraz daha uzun versiyonu dilenirse ayrıca buradan okunabilir.

poema

Şipşak

Şarlatanlar sırıttı sırıtıyor ve sırıtacaklar
Kor halinde durmadan yankılandı sokaklar
¿ Gülmeyi dedim niye yakıştıramadım ki allasen kendime ? 
: Cevap verdi çok bilmiş neşeli bir kevaşe :
¡ Nesli tükenen bir penguene benziyorsun ama ya sen de !

Yuvarladım ağzımda kamaşmış heceleri 
Susamıştım dört sıvıya
Suskun sandılar

Dilim pütür pütürdü oysa
Gırtlağım kıymık kıymık
Dişlerimi sapladım ta içime de
Çopur bir sırtlana ayırdım 

3 Eylül 2022, gece 11 sularında, tarabya’ya yol alan bir belediye otobüsünde

duyumsayıklamalar · satir · sosyal medya

Turşu laneti

Işıklar sönmek üzere Neredeyse yandı devreler Üstüme salınan kelimeler acımtırak tadlar bırakıyor Ağızdan çıkar çıkmaz ses dalgaları önce mıknatıslanarak bir turşu dükkanına uğruyor Sonra kulaklarıma üşüşüyorlar Beyin kıvrımlarıma çöreklenip olası bir firarı derhal olmaz kılıyorlar Yavaş yavaş fermente oluyoruz böylece Turşucudan birkaç numara öğrenmişler belli Belirsiz ergence bir iptilaya özeniyorlar Bünyemde soldan sağa organize olmuş lahana hıyar havuç kelek acur türlü zerzevat herantetikte sadakatle nöbetteler mütemadiyen Yeminler eşliğinde dünyanın kartopu misali büyümekte olan sürdürülemez kokoşluğuna alternatif kokulu çözümler sunuyorlar Gül gibi geçinmemiz beklenemez Bu lanet dükkanın evlatlarıyız sonuçta Her dışkıya lahana olmasan olmaz hıyarlık ediyorsun acur kafalılığın lüzumu yok gibisinden nezaketten yoksun laflar gırla Müstehcen küfürlere kulaç atmadan az evvel uyarıyor biri Nükleer koku bombaları salmakla ifşayla linçle tehdit ediyor Üstüne muhatabının nahoş limoni üslubuna dikkat çekiyor Turşucudan öğrendiklerini turşuya mı satacaksın diye karşı çıkıyor başka biri Retoriği kuvvetli lafcambazı bir diğeri söz alıyor Birlikveberaberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu kadim dükkanda enfekte kukumtırak bir istikamette topluca ekşimekteyiz Hanımlarbeyler diyor idrakında olalım bir zahmet sarımsak tanelerine bağlanmış yazgımızın değişmeyecek ilkbilmemkaçmaddesinin Alkışlar ıslıklar zılgıtlar sloganlar sirenler kornişonlar uçuşuyor havada Hazırola geçiyoruz biranda tekvücud olup kavanozlarda Enselerimize pürdikkat kesilip kutsal marşımızı mutlumesut kararlı kekreye kekreye okuyoruz      

duyumsayıklamalar · kurmaca · poema

Kumsalda

Sabahın körü Bir kumsal Tek başınasın Dingin deniz Gün doğuyor Hiç ölmeyecekmiş gibi Bir adam geçiyor önünden İnceden dalga sesleri Deniz kımıldıyor Adamın epey önünde bir kadın Aralarındaki mesafe tedricen kapanıyor Adam kadının ayakizlerine basıyor Bilerek ya da istemsiz Ayakizleri birleşiyor Eciş bücüş Acelesi yok Bir otobüse yetişir gibi değil Sakince kendinden emin yürüyor adam Takip ediyor kadının ayakizlerini

Öyle bir an geliyor Tek birleşik müphem ayakizleri sonlanıveriyor Peşi sıra çift ayrık bir büyük bir küçük ayakizi yan yana Birlikte müthiş uyumlu bir ritmde yürüyorlar Adam kadın deniz suskun Bir büyüyü bozmaktan mı korkuyorlar yoksa Tanıyorlar mı birbirlerini dersin Sen onları tanıyor musun

Sahilin sonunda bir mağaraya giriyorlar Apaydınlıktan zifiri karanlığa Kaşla göz arasında kayboluyorlar

Yine tek başınasın Saatler geçiyor Güneş tepene vuruyor Kimselerin çıktığı yok mağaradan

Mağaraya gidip bakabilirsin Cüretin yok Denize bırakabilirsin bedenini Takatin yok

Hırçınlaşıyor deniz Dalgalar büyüyor Siliniyor tüm ayakizleri

Kimseye ispatlayamazsın tüm bunları

Kendine bile

ironi · kurmaca

Kimsenin uğramadığı berber

Alışkanlıktan sabah yine aynı saatte kalktım, yapmam gerekenleri yapmaya koyuldum, Kıl Oldum Abi şarkısı eşliğinde mekik ve şınav çektim, koyu kahvemi içtim, onun dışında ne yapmam gerektiğini bir türlü akıl edemedim. Banyoya gidip aynaya baktım bir süre, ayna söylerdi belki. Saçım sakalım birbirine karışmıştı, beyazlar her zamankinden fazlaydı, yaşımı ortaya çıkarıyorlardı, durup durmadık yere Azrail’i huylandırıyor gibiydiler. Ayna gerçekten de bir tokat gibi çarpmıştı suratıma bugünkü görevimi. Sokağın başındaki berbere git. Bebek yüzlü ol da öyle çık karşıma! Emrin olur canım.

Camından içeriye şöyle bir göz atınca dükkanın önünde sap gibi kalakaldım. Kimseler yoktu. Televizyon açıktı, melül melül bakışlarıyla Türkan Şoray kaplamıştı duvarı. Sıra olmadığından beklememe gerek kalmayacaktı ama aşırı talep eksikliği verilecek hizmete dair olumlu emarelere işaret etmiyordu. Pekâlâ yakın istikbalimde korkunç bir tıraş sinsice beni orada bekliyor olabilirdi. Vaz mı geçseydim diye aval aval düşünürken adam televizyondan aniden çevirdiği yüzünü bana döndü, Türkan Şoray’ın davetkar bakışlarını ödünç almış hâlde karşıma dikilmişti. Artık içeri girmemek asla mümkün değildi.

Kanımca kastrasyon kompleksi Freud’un dediği gibi sünnetle değil berber deneyimiyle başlar. Seri bir şekilde minik kafasının üzerinden şaklaya şaklaya geçen makas zavallı çocuğu acımasızca hadım eder. Artık geri dönüş yoktur. Artık geri dönüş yoktu. Hoşgeldin, dedi. Kahverengi deri koltuğu gösterdi. Boynuma beyaz önlüğü iliştirdi. İşlem başlamıştı. İyice kısalt usta, dedim. Olmaz, az kısaltayım ki yine gelesin, der gibi sırttı.  Ayna yine karşımdaydı. Son bir kez saçıma sakalıma baktım, içimden acıklı bir sesle elveda dedim. Elveda.

O da terk edilmişti. Devamlı müşterisinin artık gelmediğini, devamsızlık yaptığını söylüyordu. Pandemi başlar başlamaz ayakları kesilmişti. Pandemi bahane olmuştu – marketlere, alışveriş merkezlerine, barlara, lokantalara gidiyorlardı hâlâ, ama iş berbere gelince, virüs de virüs diye tutturuyordu pezevenkler… Açıkça söyleselerdi ya yüzüne, para vermek istemiyoruz sana diye. Yemezdi. Karılarına kestiriyorlardı. Mesela karşı apartmandaki hırbonun faullerine bak, sağı solu farklı uzunluklarda, yamuk yumuk tıraşla insan içine çıkıyor bir de iblis. Şimdi anlıyordum sırıtışının nedenini. Yine geleceğime inanamıyordu bir türlü, yediği darbelerden canı çıkmıştı, kırk yıllık müşterilerini kaybetmişti, benim gibi nereden kopup geldiği belli olmayan bir yabancının dönebileceğine inancı yoktu. Umuyordum ki, bu önyargılı güvensizliği tıraş kalitesine olumsuz yansımasın. Tek başımayım, kendim zaten kesemiyorum saçımı, dedim, berberi motive etmek için. Bunu der demez, ensemdeki makasın ritmine başka bir renk geldi. Vaadime inandırmıştım galiba, kendimle içten içe gurur duydum.     

Kucağımda tedricen artan hoş bir ağırlık hissediyordum. Kül rengi kıllarım öbek öbek beyaz önlüğümün üzerine düşüşüyorlardı. Berber sessizliğe gömülmüştü. İşine konsantre olmuştu diye umuyordum. Bir kukla sanatçısı ustalığıyla kafama ve çeneme yön veriyordu. Bazen abanarak yapıyordu bunu, kafamın üstüne basan avucuna, itişlerine, çekişlerine çaresizce teslim olmuştum. Makasın rutin şıkırtısı canımı sıkmaya başladığından, konuşacak bir şey aradım. Ruhuma ektiğim sosyal mesafenin uzunluğu henüz ölçülemiyordu. İnsan içine çıkmadığımdan normal biri gibi konuşma yetimi kaybetmiştim. Aklıma Russell’a –  yaptığı bir röportajda ihtiyar hâlinin babaanneme çok benzediğini gördüğüm Russell’a – atfedilen berber paradoksu geldi. Bir kasabada saçını kesemeyen herkesin saçını kesen bir berber yaşarmış. Sence kendi saçını keser mi bu berber?, diyerek kıs kıs güldüm. Dondu kaldı. Makası elinden bıraktı. Gereksiz bir gerilimle doldu dükkan. Gülüşümü tuhaflıkla karşıladı. Elbette keser, kendi saçını da misler gibi keser, ama saçını kesemeyen kavatlar ona uğramazsa, ne yapabilir ki? İşte berber paradoksum burada talihsizce sonlanıyordu. Acaba Russell öte dünyadan bizi işitse ne yapardı, İngilizliğinden mütevellit gıcıklığıyla, saçma çok saçma, deyip geçerdi herhalde, diye düşündüm. Russell gibiler için doğrular vardı, yanlışlar, bir de üzerinde konuşmaya bile değer olmayan saçmalıklar. Fakat gündelik hayatın kıyısına uğrayamayan soyut mantıksal çıkarımları berberimin şahitliğinde dumura uğramıştı işte. Asıl saçmalığın daniskası sensin moruk demeye yeltenirdim, ama rahmetli babaannemi anımsattığından, kırıcı bir söz edip de saygıda kusur edemezdim. Mecburen hıncımı berberin vefasız müşterilerine boşalttım. Nasıl bir dünyaya geldik, şu sosyal mesafelerini kısalttıkları tek şey azgınlık, dedim. Kafasını salladı.   

Aynayı enseme tuttu. Eline sağlık usta ve görüşmek üzere dedim, giderken. O anda gözleri yine melül bir hâl aldı. Bir daha o dükkâna ben de uğramadım. 

poema

Öksüz mektup

La Lettre, D. Eljoras

Beklenmedik yarıklardadır membaı
Suyu şaraba çevirirdin mütemadiyen
Sonra şarabı bulaşık suyuna
Mayalanmış, ekşimiş, yorgun argın
Banayım tenimi özsuyuna

Biliyorum
Öğürmeye yeltensem kusacağım
Biliyorum
Bıraksam evde öksüz kalacak
Göndersem yanlış adrese postalanacak
Çaresizlik başlıklı
Bir mektuptur şu yazdığım sana

Oku-sana can-ımı
Can-ım oku-sana

Ankara / 13.1.22

ironi · kurmaca

Lazanya paradoksu

The God fearing Job, Gyula Kardos, 1900

Uzun zamandır uzak yollardan sabırsızlıkla beklediği manitası, namüsait hava koşullarını bahane ederek son anda gelmekten vazgeçmişti. O, hiç istifini bozmaksızın, Cumartesi akşamı için planladığı üzere lazanya pişirmeye koyuldu. Market alışverişini önceden yapmıştı. Yine de emin olmak için buzdolabına baktı. Lazanya için gerekli bütün malzemeler tamamdı. Malzemeleri mutfak tezgahına koydu. Ocak, tencere, tava, fırın, bıçak, rende, hepsi hazır ve nazırdı. Fakat her nasılsa, bir türlü lazanya yapamıyordu.

Bilmediği bir günah mı işlemişti? Tanrıya veryansın etti:

“Keşke dilediğim yerine gelse
Tanrı özlediğimi bana verse!
Anlayamadığım büyük işler yapıyorsun
Her şeye gücü yeten Tanrım, sen de görüyorsun ya
Her malzemem tamam, neden lazanya yapamıyorum?”

Tanrı artık çok yorulmuştu, Cumartesi hariç haftanın kalan tüm günlerinde dinleniyordu. Şabat gününde ise dünya durumlarına şöyle üstünkörü bir bakıyor, günü genelde kahkaha atarak geçiriyordu.  

Kahramanımızın kulağına ilahi alemden şöyle bir ses erişti:

“Dur da düşün Tanrı’nın şaşılası işlerini
Kendini haklı çıkarmak için beni mi suçlayacaksın?
Sana verdiğim aklını kullan, ey zavallı kulum!”

Akıl mı? Akıl bu konuda doğrusu hiç bir işe yaramıyordu. Kahramanımız feryad-ı isyanına devam ediyordu. Buna karşılık Tanrı’nın bu zavallı kulunun düştüğü duruma binaen bitmek bilmeyen kahkahalarından bıkıp usanan Şeytan devreye girmek zorunda hissetti kendini.  

Yusyuvarlak sıcacık hatlarını açıkta bırakan kırmızı bir elbise giyinmiş, endamı lezzetli buruk şarap tadında cilveli bir hanım donunda beliren Şeytan’ın çaldığı kapıyı açınca, gördüğü kösnül manzaradan nutku tutulan kahramanımızın aklı o anda işte tamamen gidiverdi. Aklı bir kenara bırakınca, nihayet şimşekler çaktı üzerine, aydınlanıverdi: Eksik olan lazanyaydı! Lazanya olmadan lazanya yapılamazdı, elbette… Bunu gören Tanrı şöyle bir homurdanarak uykuya daldı.