felsefe · yeni

Güneşin altında yeni bir şey var mı?

Üç sene evvel tanınmış denebilecek bir düşünürle barda oturuyor, sohbet ediyorum. Bana “derdimin ne olduğunu” soruyor. Tabii kişisel derdim değil “felsefi” derdim… Araştırıp, üzerine gitmek istediğim sorun ne? Afallıyorum. Ona belli etmiyorum tabii. Geveliyorum bir şeyler.

Ona şu an anımsayamadığım pek çok şey söylediğimi ama en azından kendimi tatmin edici bir yanıt veremediğimi hatırlıyorum. Bugün derdimi tanımlamak zorunda kalsam “yeni”yi seçerdim. Ne oluyor da “yeni olan” sürekli, durmadan ve her yerde zuhur etmekten kendini alamıyor bir türlü?

Yeni’nin doğmasına sebep olan “şey” tam olarak ne? Buna biyolojik olarak bakılabilir: Örneğin, cansız doğadan sayısız “farklı” tür nasıl oluyor da meydana çıkıyor; yok oluyor ve yeniden ortaya çıkıyor gibi sorulabilir. Ya da sosyolojik olarak diyelim egemen ideolojide Fransız devrimi öncesi ve sonrası monarşiden demokrasiye “ani” geçiş tartışılabilir.

Baş döndürücü değil mi? Çevremize baktığımızda yeniyi her zaman ve her yerde görmek mümkün. Adeta yerinde duramayan histerik karakterde bir doğa varlık (natura naturans) görüyorum, kendi adıma. Elbette olup bitene Tanrı gibi doğaüstü değil; aşkın olmayan tamamen natürel, doğaya içkin yanıtlar arıyorum. Dikkatli bakılsa ve tefekkür edilse, en büyük mucize doğanın ta kendisinde. (Mucize diye bir şey, bu babda anlaşılırsa, var.)

Parmenides’ten beri bu dediklerimin aksine her şeyi “sabit”, değişmez görmek de mümkün. Örneğin varoluşçuluğun adeta kadim metni sayılabilecek, okuyunca keyif aldığım Tevrat’ın Derlemeci ayetinde şöyle deniyor:

Önce ne olduysa, yine olacak.
Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak.
Güneşin altında yeni bir şey yok.
Var mı kimsenin, “Bak bu yeni!” diyebileceği bir şey?
Her şey çoktan, bizden yıllar önce de vardı.

Çok çekici, edebi olarak müthiş lezzetli cümleler bunlar… Gerçekten de biraz önce dediğimin aksine deneyimlediğimiz pek çok şey aynı olarak “duyumsanabilir”. Tüm kahverengi yeleli atlar farklıdır ama biz ona bir tek isim veririz – nerdeyse hepsi bizim için aynıdır. Tüm Çinliler en az Beyazlar kadar farklıdır; ama her nasılsa beyazlar Çinlileri ya da Afrikalı zencileri ayırt edemezler. Onlara genel isimler verirler. Çünkü “dikkat kesilmediğimiz” uzaktaki pek çok şeyin farkı bizim için yaşamsal olarak, reelde “önemli” değildir. Bu tür farklılıklar zihnimiz için ekstra ve pahalı bilişsel yük demektir. Bu yüzden, kognitif bilimcilerin de onaylayacağı üzere zihinsel aygıtımızda vuku bulan dikkat süreçleri, aslında süzgeçleme operasyonlarından başka bir şey değildir.

Tüm bunlar şeylerin değişmediğini değil onları aynılaştırmanın, genelleştirmenin, indirgeyip bir kaba koyarak değerlendirmenin epistemik bir alışkanlık ve aslında alışkanlıktan çok ötede epistemik bir zorunluluk olduğunu söylüyor. Bu tür genellemeler olmasa soyutlama da mümkün olmayacak; gündelik bilgi de, modern bilim de… Gündelik hayatta anneniz bir sonraki günkü anneniz değildir örneğin. Ama siz ona (eğer nörolojik bir bozukluğunuz yoksa) ömrünüz boyunca “anne” diye seslenirsiniz.

Demek ki isim koymak epistemik olarak zorunlu. Zira isim koymak için değişmezler aramak zorundayız. Fakat bu, şeylerin baş döndürücü olarak sürekli değiştiğini ve onlar arasındaki “fark”ın kıymetini yadsımaz. Fark olmadan değişim de olmazdı. Dinamik olan fark’tan kaynaklanıyor.

Bu değişikliğin çok büyük kısmı bizim bilişsel mekanizmamıza çarpmadan, biz olup biteni fark etmeden oluyor. Zihnimiz değişimi bireyin kendi işine gelmediği sürece “görmezden gelmeye” programlanmış gibi… İstese ve evrimsel oyunda kullanışlı olsa bile kavrayamayacağı duyusal – bilişsel sınırlıkları bir tarafa koyarsak; evrimsel fayda sağlamayacak değişiklikleri bilince çıkarmayı zihnimiz reddediyor, i.e., bilinçdışı süreçler söz konusu oluyor. Konformist bir beyin – bedenimiz var. Enerjisini har vurup, harman savurmuyor (savuramıyor).

Ez cümle, değişmez olanları görüp tüm şeyleri ortaklaştıran zihinlerimiz, değişmekte olanda değişmezleri arıyor ki; çevrede olup bitenlere adapte olsun. Değişmezler genelleştirmelere yol açıyor – böylece (aksi gerek olmadıkça) zihinsel mekanizmamız hayli muhafazakar ve cimri bir epistemolojik aygıt olarak şekilleniyor. Zira bilmek, ancak ve ancak değişmekte olanda değişmez olanları saptayıp, kaydetmekle mümkün. Bu da değişmeyen referans noktaları gerektirir. Referansınız yoksa düşünemezsiniz. Yoksa dur durak bilmeyen olmakta olan (becoming) beyin – bedeni kaosla boğar.

Platon’un asıl derdi de buydu, sanıyorum.

akademi · iç döküş

Aklın kamusal kullanımı

Gündelik siyaset tam anlamıyla zihnimizi kuşatmış durumda. Bundan bahsetmeksizin tek bir cümle kuramıyoruz. Şu son birkaç senedir ülkede yaşananları bir gözden geçirsek, elbette bunun geçerli sebepleri olduğunu görüp, anlamaya çalışabiliriz.

Ama zihinlerin iğdiş edilmesini nasıl kabulleniriz? Kirli görüntü ve ses bombardımanına uğramış bu zihinlerden nasıl düzgün bir bellek, yerinde bir akıl yürütme, sağlıklı duygular bekleriz? Bekleyemeyiz.

Akademik dünyadan ise hiç bekleyemeyiz. Batının tezgahından geçtikten sonra, ona % 99’u çöp olan makaleler döşemenin ötesine geçmesi imkansız bir kurumun kariyeristlerinden böyle bir şey beklemek, “meslektaşlarıma” ciddi bir haksızlık olurdu. Aslına bakarsak, tüm dünyada neredeyse hep böyle… Hangi harbi düşünür üniversiteden çıkmış ki? Kurumsallığın talepleri (makale – proje gibi), kurumun kendi doğasından kaynaklı muhafazakarlığı, başından sonuna düzmece, bürokratik, hantal bir grup profesörün düşünmek cesaretini maalesef en baştan kırıyor; onları körleştiriyor. Bir akademisyenin düşünmesi ancak akademisyen kimliğini üniversitede bırakması ile mümkün. Öncelikle üniversite dışında “sivil” olmayı öğrenecekler…. Akademik cüppelerini çıkaracaklar ki; beyinleri özgürleşsin. Üniversitenin dışında, örneğin televizyonlarda, twitter’da, topluma hitabeden (akademi dışı) kitap başlıklarında bile titrini kullanacak görgüsüzlüğü olan birinden, düşünmenin hakkını vermesini bekleyebilir miyiz? Onları besleyen dalkavuklardan hiç söz etmiyorum bile.

Öyleyse aklı kamuya açabilmenin yollarını bulmalıyız. Zor olan bu.