akademi · beyin · bilim · felsefe · nörobilim · zihin

“Zihin-beyin özdeşliği sorunsalı” konuşma notları

Videoda zaman kısıtı sebebiyle konuşamadıklarım, zorunlu olarak eksik bıraktıklarım olduğundan, hazırladığım daha kapsamlı olan “konuşma metnini” aşağıya ekliyorum. Bu arada yüzüne çevrilmiş bir kamera karşısında konuşmak bir hayli zormuş! 

Zihin – beyin özdeşliği sorunsalı

Konuşmanın başlığında özellikle zihin – beyin özdeşliği “sorunsalı” dedim, özellikle sorunsal sözcüğünü kullandım. Çünkü bizzat bu özdeşliğin ta kendisini sorunsallaştırmak istedim. Günümüz zihin felsefesinde (özellikle günümüz zihin felsefesi üzerinde hegemonyasını kurmuş sayılabilecek Anglosakson fikriyat çevrelerinde) ortodoks görüşün modern nörobilimin de varsayım olarak aldığı beyin indirgemeciliği olduğunu söyleyebiliriz. Bu özdeşliğe göre tüm zihinsel durumlar / süreçler bire bir beyin denen ortalama 1.5 kg olan ama dinlenirken bile toplam enerjimizin 1/5’ini emen organının fiziksel – kimyasal durumlar / süreçlerine karşılık düşmek durumundadır. Buna göre, nöral etkinlikler ve zihinsel yaşantılar ontolojik düzlemde bir ve aynı şeydirler.

Zihin derken kastedilen genellikle “bilinçli” yaşantılarımızı kapsamaktadır. Zihnin temel bazı fakülteleri arasında algı, düşünme, yargılama, tasavvur etme, tahayyül etme, tefekkür etme, karar verme, dil ve belleği sayabiliriz.

Zihin – beyin özdeşliği savunucuları literatürde sıklıkla “materyalist” tanımı ile anılıyorlar. Ben materyalizmin indirgemeci olmak gibi bir zorunluluğu olmadığı kanısındayım. İndirgemeci kabuller doğa bilimlerinin gelişimi için zorunlu varsayımlar olageldi. Nörobilim için de böylesi bir varsayım bir noktaya kadar işe yarayabilir bilimsel ve teknolojik çıktılara yol açabilir. Ancak buradan yola çıkıp, yani bilimlerin indirgemeci varsayımlarından yola çıkarak bir metafizik inşaa etmek pek çok kez yanlış yollara çıkacaktır.

Bir örnek. 18. yy’da Newton’un ortaya koyduğu hareket yasaları ve bunların iki yüz yıl boyunca bize sağladığı buhar makineleri, lokomotifler ve makinalar gibi muazzam teknolojik çıktıları sayesinde endüstri devrimi tetiklendi; astronomik olayların dahi pek çoğunu öngörebildik. Fakat 20. yy’da Einstein’ın görelilik teorileri sayesinde anladık ki Newton’un teorisinde öne sürdüğü gibi “uzay ve zaman” hiç de mutlak değil!

İndirgemeci materyalistler ise “bilimin çıktılarını” örnek vererek, işe yaradığını; dolayısıyla varlığı betimleyen daha kapsayıcı resimler çizmenin kural ihlali olduğunu söylüyorlar. Bu muhafazakârca ve bence düşünce korkaklığına denk düşer. Empirik bilimlerin sonuçlarını dikkate almak başka şey; onların varsayımları dogmalaştırmak başka! Evet indirgemeciler sürekli o esnadaki bilimsel paradigmaya don biçerek “felsefe” yapıyorlar. Ama metafizik tasarımın tam tersine (diğer bilimlerde olduğu gibi nörobilimin önem kazandığı bilinçlilik gibi mevzularda da) kıyafetin uymadığı yerleri göstermesi, bu limitleri dikkate alarak daha kapsayıcı kurgular geliştirmekten çekinmemesi lazımdır.

Özellikle nörobilim bahsinde işler iyice karışık; çünkü kendisi de bir mekanikçi ve iyi bir matematikçi olan Descartes’dan, 17. yy’dan  beri fiziksel – kimyasal dünya ile zihinsel dünya ayrıştırıldı. Zihinsel olan, bilimsel “oyunun” dışında bırakıldı. Yine de denebilir ki, teknolojik gelişmeleri dikkate alırsak, iyi ki de öyle oldu… Bu “epistemolojik” ayrım sayesinde fizik, kimya ve biyolojide büyük gelişmeler yaşandı. Şimdi ise, nörobilimler bahsinde, bastırılmış zihnin geri dönüşünü yaşıyoruz diyebiliriz. Çünkü elimizdeki fiziki bilimlerin sunduğu çerçeve içinde zihinsel yaşantıyı açıklamamız pek mümkün görülmüyor.

Bu konuda ünlü Avustralyalı felsefeci David Chalmers’in meşhur zombiler dünyası Gedankenexperiment’ini (düşünce deneyini) aklımıza getirelim. Nörofelsefe çevresinde pek bilinmez, hatta Chalmers bile kitabında referans vermemiş ama Zombi argümanının, tartışmasının bire bir aynısı 150 – 200 sene önce Emil du Bois-Reymond gibi Alman fizyolog (nöron aksiyon potansiyelinin kaşifi olarak anılır) gibi bilimciler ve felsefeciler tarafından verilmiş ve tartışılmıştır. Bu tartışmanın 21. yy’da hortlayıp geri gelmesi dediğim gibi zihin felsefindeki sorunların aslında fiziksel süreçlerle (nesnenin ölçülebilir birincil, primer nitelikleriyle) uğraşan, onlara odaklanan doğa bilimlerinin dışarıda bıraktığı bir sorun olması nedeniyledir. Bilincin neden zuhur ettiği, elimizdeki fiziki bilimlerce az önce bahsettiğim “meşru” sebeplerce konu dışı bırakmıştır; dolayısıyla bilinçlilik onun epistemolojik nesnesi olabilecek durumda değildir.

Bu düşünce deneyine göre, elinizde dünyamızın tıpkısı olan bir dünya düşünün; yine insan denen hayvanlar var etrafta; ancak bunların içsel bir yaşantısı yok. Yani bu zombi-insanımsılar (ve muhtemelen diğer pek çok canlı türü) çiçeklerdeki renkleri hesaplamalı – enformasyonel olarak saptıyorlar (yansıttıkları ışığın dalga boyları olarak) ama görme deneyimini; kırmızı bir etek gördüklerinde ekspoze oldukları kırmızılık deneyimini yaşamıyorlar. Baş ağrısı için gerekli tüm sinir uçları uyarılıyor, kıvranıyorlar, ah vah ediyorlar, yüzlerini asıyorlar ama aslında bir “acı” deneyimleri yok, acı çekmiyorlar… Komik bir cümle, bir fıkra işittiklerinde gülme esnasında olan tüm fiziksel – kimyasal olaylar onlarda gerçekleşiyor; örneğin beyinde prefrontal korteksten şakadaki çelişkileri çözen uğraşan anterior singulat korteks gibi bölgeler bizim dünyamızda olduğu gibi aktive oluyor, nöronlar yanıp sönüyor, gülme keyfinin ödülü olarak dopamin nörotransmitter’i salgılıyorlar vs. Ancak bir türlü “gülerken”, ritmik ses dalgalarını havaya yayabiliyor ama bu sesin tınısını zihninde yaşantılayamıyorlar; kasılan yüzümüzde oluşan dokunma duyusunu ya da geçmişte uzun süreli belleğimizde tetikleyen bir olaya erişemiyorlar. Fiziksel – kimyasal ve biyolojik bütün reaksiyonları harfiyen gerçekleştiren bu insanımsı zombi robotlar “gülmüş gibi” yapıyorlar ama gülmek için gerekli fizyolojilerine uygun enformasyon olarak kodlamaktan öteye “gerçekten” tecrübeleyemiyorlar! Aynı şu meşhur insanların tasarlayıp, çiplerde kodladıkları West World dizi film serisindeki robotlar gibi!

İşte, uzun lafın kısası, bildiğimiz fizik ve biyolojiye göre hayli meşru olarak varlıklarını sürdüren zombiler dünyası kuruyoruz; ama bizim dünyamızla arasındaki fark; yani bilinçli yaşantı, fenomenal dünyalarımız bu dünyada eksik kalıyor. Demek ki fizik bilimi (ve dolayısıyla biyoloji) eksiktir (incomplete) ve bilinçli deneyimi açıklayacak epistemolojik araçlardan da yoksundur. “Bildiğimiz” evrimsel biyoloji de eksiktir; çünkü bilinçli bir zihinsel aygıtın bize adapte olmakta yani hayatta kalmakta ve üremek için partner – eş bulmakta nasıl bir avantajı olabilir ki? Tamam, evrimsel süreç bize duyu organları, gözü, kulağı, burnu, deriyi ve bir merkezi sinir sistemini verdi; ama bilinçli yaşantı yetisini neden bahşetti, bunu açıklayamıyoruz. Zihinsel aygıtın içerdiği fenomenal dünyayı sadece bir yan ürün görmek, problemin ciddiyetini fark etmemek ve Daniel Dennett gibilerinin yaptığı gibi görmezden gelerek; problemden kaçmak olur. Zihin beden uçurumu (ontolojik uçurum) yok demek, o uçurumu kapamaz; sadece indirgemecilerin problemi ıskaladıklarını gösterir. Bilinç niye zuhur etti gerçekten? Bilemiyoruz; ve paradigmada radikal kavrayışsal bir devrim olmadıkça da bilemeyeceğiz. İşte felsefenin yardımına burada ihtiyacımız var. Kral çıplak diyebilecek ki, bilinç probleminin çözümünü de içine alabilecek bir bilim için gerekli yeni paradigmaların inşaasına katkıda bulunabilsin.

İndirgemeci materyalistlerin bir öteye gitmiş versiyonları kendilerini “eliminasyoncu, eleyici” olarak adlandırıyorlar. Onlara göre zaten “qualia” yok; yani biz zaten zombileriz, ama kendimizin yaşantıladığını sanıyoruz. Örneğin kırmızı bir etek gördüğümüzde, aslında kırmızı bir etek görmüyoruz! Bu tabii problemi yok saymak anlamına geliyor. Bu da bence fizikselci indirgemecinin doğayı bütünlüklü olarak açıklayamayacağının itirafı anlamına geliyor. Küresel ısınma problemi yok diyerek küresel ısınma problemi çözülemeyeceği gibi; zihinsel olan da yok denerek felsefi / bilimsel problem çözülemez; sadece üzerinden atlanılabilir.

Algıladığımız dünya yani fenomenal yaşantılarımız elbette içinde yanılsamaları (ilüzyonu) barındırıyor; bunu eski Yunan’da, örneğin Platon’un metinlerinde de görüyoruz. Bize görünen cismin aslında, “dış dünyada” göründüğünden bambaşka olduğunu… Ona göre algıladığımız nesneler, kabaca o nesnelerin idealar dünyasındaki temsillerinin mağaradaki yansımalarıdır; kopyadırlar ve yanıltırlar. Söz gelimi mağaranın dışında yapılan bir gölge oyunu ile tavşan gördüğünüzü sanıyorsunuz ama dışarıda “yetenekli biri” elleriyle gölge oyunu yapıyor! (Bazı derslerimde sıklıkla Platon’un Devlet’inin 7. Kitabında sözü geçen ünlü mağara alegorisinden söz ederim. Bu mağarada tutsakların elleri arkadan bağlanmış ve dışarıdaki gerçekliğin yansımalarına, gölgelere maruz kalmaktadırlar. Beynin içsel temsilleri de işte böyle, dış gerçekliğin gölgeleri olarak tasavvur edilebilirler.) Renklerden yatay çizgilere, hareketsiz resimleri hareket ediyormuş sandığımız onlarca şaşırtıcı görsel illüzyon buna tanıktır ve bilişsel aygıtımızın sınırlılığını bize hatırlatırlar. Bu nedenle bilimde “yanılmamak için” dikkatli ve güvenilir ölçümler yapmak durumunda kalırız. Yaptığımız bu deneyleri doğru koşullarda güvenilir ve tekrarlanabilir olmasına dikkat ederiz.

Fakat indirgemecilerin iddia edecekleri gibi buradan, nesneyi algılayışımızdaki yanılgıdan elbette algımızın “yokluğuna” gitmeyiz. Burada zihin – beden sorunu bitmez; hatta iyi düşünülürse tam tersine iyice katlanır, sorun katmerleşir. Kognitif bilimcilerin tasdik edeceği üzere yanılsama ya da ilüzyon bir istisna değil, kuraldır.

İşler bir gölge oyununda olduğu gibi bize görüneni “yansıtan” dışarıdaki her ne ise onun bozulmuş hâli olarak göründüğünden çok daha karmaşık aslında. Gerçekliğin distorsiyonunun da ötede “radikal” bir şeylerin döndüğüne dair ortodoks indirgemeci materyalist görüşlerin çok dışında kalan görüşler var… Algı yanılsamasına dair başka bir örnekte, Avustralya’daki mücevher böceklerinden söz edeyim. Bu böceklerin soyları 80’li yıllarda tükendiği görülüyor, fark ediliyor. Sebebini anlamak için bir takım biyologlar işe koyuluyorlar. Sonradan bunun sebebinin o esnada üretilen bir bira şişesinin dizaynının farklılığından olduğu; uçabilen erkek böceklerin parlak, kahverengi ve büyük dişiler aradıklarından; bira şişelerini döllemeye çalıştıklarından, haliyle bir dölün meyve vermemesinden, üremenin bitmesiyle soyun tükenme tehdidi altına girmesinden kaynaklandığı anlaşılıyor… Böcekler evrimsel makinenin kurallarına uygun olarak davranıyorlar “gerçekliği kavrayışlarında”… Yani distorsiyondan çok ötede gerçeklik bir bira şişesi ile bir dişi mücevher böceği arasındaki fark kadar muazzam… Bambaşka… Bir görsel algı uzmanı olan, Kaliforniyalı araştırmacı Donald Hoffmann buna dayanarak gerçekliğin ya da hakikatın bizim sandığımızdan radikal olarak farklı olduğunu öne sürdü. Hatta oradan “conscious agent”lar adını verdiği şeyler haricinde hiçbir şeyin olmadığını savunduğu teoriler geliştirmeye başladı…

Örneğin bilgisayarda bir dosya sildiğinizi sanıyorsunuz; mouse’u hareket ettirip dosya ikonunu çöp kutusuna taşıdığınızda… Ama “gerçeklikte” silinen bir dosya yok… Bir takım dijital devrelerde 0-1’lerle temsil edilerek yapılan lojik bir işlem oluyor sadece…  Sizin “yaptığını sandığınız işlem” sadece “hayatınızı kolaylaştırmak” için programcıların tasarladığı bir ara yüz (mağaranın içi)… Peki fenomenal içsel 1. Şahıs öznel yaşantının dışında bir mağara var mı gerçekten? İnsanın fenomenal yaşantılarının da bir arayüz olduğunu (dolayısıyla dış gerçeklikle radikal olarak farklı – bambaşka olduğunu) savunuyor Donald Hoffmann… İster istemez akla Bishop (Psikopos) Berkeley gibi idealistleri getiriyor tabii… Ben o kadar ileri gitmiyorum tabii; sadece ortodoks indirgemeci görüşün dışında zihin meselesinin nasıl farklı hâllerde değerlendirilebileceğini anlatmak istiyorum.

Tüm bu ontolojik uçurumu bir kenara bırakırsak, zihinsel olaya denk düşen nöronal faaliyetlerle ilgili de nörobilim tarafından açıklığa kavuşturulması gereken sorunlu alanlar var. Beynin işlevsel üniteleri genellikle nöronlar olarak kabul görür. Hücre zarı potansiyelinde milisaniyelik aksiyon potansiyelleri ve iyon pompaları, nörotransmitter ve nöroreseptörlerin açığa çıkışı gibi kimyasal olaylar eşlik ederler. İnsan beyninde takriben yüz milyar nöron var. Karl Vogt (1817 – 1895) gibi Alman bilimcileri, günün indirgemeci materyalistleri gibi karaciğerin safra salgılamak, böbreğin üreyi üreterek kanı temizlemek görevleri gibi beynin de zihni ürettiğini düşünüyorlardı. Beyni bu sayılan organların yapısından farkını dikkate alalım. Böbreğin birimlerine nefron deniyor ve bu tüpümsü filtremsi yapılardan böbreğin az önce saydığım işlevini yerine getirdikleri biyolojik amaçları – görevleri anlaşılabiliyor. Ancak tek bir nöron ve onun diğer nöronlarla haberleştiği aksiyon potansiyellerden zihinsel çıktılarla ilgili hiçbir işlevi anlayamıyoruz. Bu durumda beynin işlevsel birimlerine nöronlar diyebilir miyiz? Bu işlevsel birimler, pekala onlarca ya da yüzbinlerce “nöronal topluluk” olarak da anlaşılabilir. Ya da fMRI çalışmalarına konu olan beynin özelleşmiş makro bölgeleri frontal, temporal, paryetal korteks ve sübkortikal yapılar amigdala, serebellum, talamus vs. olarak da anlaşılabilir. Yani beyinde fonksiyonel olan birimi hangi ölçekte sınırlayacağımızı bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey çok farklı ölçeklerde zihinsel durumlara karşılık düşen bir takım “haberleşmeler”in olduğu…

Bunlara çok farklı ölçeklerdeki nöral korelatlar (ilintiler) diyebiliriz. Her ölçekte farklı korelatların olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Bu nedenle beynin çalışma prensibi karaciğer ve böbrekten çok daha farklı… Bir kere fenomenal yaşantılarımızın aksine beyin çok daha kararsız bir yapıda… Örneğin “kızgınlık” dendiğinde evrensel bir duygulanımı anlıyoruz. Ama beynin kararsız kaotik yapısı gereği kızgınlığa neden olan evrensel beyin bölgelerinden söz etmek hiç de kolay bir şey değil. Kırmızı bir rengi tasavvur ettiğimizde ne olur? Diyelim kırmızı bir tenis raketini. Sonrasında ise kırmızı spor bir arabayı… Fenomenal algısal dünyada, kırmızılık durumu bu iki tasavvur arasında oldukça kararlı bir ortaklık, kesişmeye denk düşer. Ancak bu iki tasavvurun beyin bölgelerinde nöral etkinlik olarak yansıması o kadar farklı olacaktır ki; iki olaydaki niteliksel bariz “nesnel öznel” benzerlik beyin imgelerine aynı şekilde yansımayabilecektir. Buradaki apaçık duyusal olarak kavrayabildiğimiz ortak kırmızıyı beyindeki durumlardan ya da beyin verilerindeki örüntülerden çıkarabilmek hiç de kolay olamayacaktır. Bu durum beynin kararsız durumuna, kaotik örgütlenişine ve karmaşıklığına işaret eder. Buna göre benzer olaylar minik bir farkla çok farklı beyin etkinliklerine neden olabilir. Kararsızlıktan kasıt budur. Ayrıca bu iki olayı aynı kişiye bir gün sonra gösterseniz de, farklı nöral etkinlikler gözleyeceğinizden emin olabilirsiniz. Bilişsel duruma, bireye, zamana göre büyük değişiklikler gösteren nöral etkinlikler zihinsel faaliyetler için kati olarak gerekli değil de zorunsuz (contingent) bir örtüşmeyi ifade ediyor olabilirler.

Bir de dilsel, bilişsel ve hareketsel olarak herhangi bir insandan görünürde pek farkları olmamalarına rağmen serebellumu (beyinciği), beynin bir yarım küresi ya da bazal gangliası bir hayli eksik olan vakıalar var. Bu da 19. yy boyunca kabul gören, kafatası ölçümüne dayanan frenoloji’yi andıran nöral kaynak lokalizasyonun beynin temel işlevini anlamada büyük ölçüde yetersiz olduğunu açıkça gösteriyor.

Ayrıca bir zihinsel olay (diyelim bir telefon numarasını akılda tuttuğunuzda) beynin çok farklı bölgelerinde etkinlik artışları ile birlikte olurken; bir beyin bölgesi de birden fazla farklı zihinsel olayla birlikte aktive oluyor. Örneğin kızgınlık da, tiksinti de, korku da amigdalada benzer nöral etkinliklerle karşılanıyor olabilirler. Yani zihinsel olayların beyindeki korelatları gerçekten çok karmaşık, zorunsuz ve “connectivity” gibi yaklaşımlarla açılımlar yakalansa da, bire bir ilişkiyi yakalamak zor. Zira beyinde olup biten fazlasıyla kaotik ve kararsız…

Tüm bunlar beyindeki fiziksel / kimyasal etkinliklerin zihinsel süreçlerle ilişkili olduğunu söylüyor ancak bu “fiziksel” olanın nedenselliğine dair bir kanıt olduğunu söyleyemeyiz. Bu yanılgıya, yani “Cum hoc ergo propter hoc” = “with this, therefore because of this” yanılgısına düşmemek için Aristoteles’in verdiği sabahları erken öten horoz örneğini verebiliriz. Horoz her sabah düzenli olarak ötüyor diye, güneşin doğuşuna “sebep” olan horozun ötüşü değildir. Elbette horoz ve sabah özdeş de değildirler!

Dolayısıyla zihinsel faaliyetlerle birlikte gözlemlenen beyindeki nöral korelatlar, zihinsel olayları anlamlandırmada bize elbette yardımcı oluyorlar ama bu onların zihinsel durumları kendi başlarına belirledikleri ve tek başlarına “açıklayıcı” olacakları anlamına gelmez.

Toparlayalım…

  1. Materyalizmin zihin felsefesindeki ortodoks, hegemonik görüşü olsa da; beyin indirgemeciliği, sıklıkla anlatıldığı ve anlaşıldığı üzere zorunlu olarak tek geçerli materyalizm anlamına gelmez. Maddenin herhangi bir formunu abarttığınızda (bu beyin gibi önemli bir organ, kompleks olarak organize olmuş nöral ağlar yumağı bile olsa), bu dış gerçekliğin taraflı olarak bir yanını abartmak olur. Tüm dünya (kozmos) herhangi bir forma bağlı kıldığınızda, tersinden idealizm yapıyorsunuz demektir. Çünkü ironik olarak beyni, aşkınlaştırırsınız. Öyleyse hiç değilse; izole bir beyinin aktivasyonunda ziyade; tek bir beyin diğer beyin – bedenlerle ve çevre ile birlikte değerlendirilmeli.
  2. Tüm bu dediklerimden sorunu karşılayan doğa dışı ya da doğa üstü bir cevap elbette çıkmaz. Tanrı gibi doğa dışı, aşkın bir fail varsayımı bize ekstra hiçbir bilgi vermiyor: ne fiziksel, ne biyolojik, ne de bilinçlilik olgusuyla ilgili… Sorunun cevabı doğaya içkin olarak aranmalıdır. Bilimsel bilgiye olduğu gibi hapsolarak değil ama daha kapsayıcı ve açıklayıcı bir ontoloji arayarak…
  3. İndirgemeci fizikalistlerin / materyalistlerin yaptığı gibi beyin – zihin arasındaki ontolojik uçurumu yok sayarak (ki bu akademik dünyada siyaseten doğrucu, garantici bir tutuma denk düşer), sorunu çözemeyiz; aksine onu görmezden gelir, ıskalarız. Bu durumda indirgemeci materyalizm, muhafazakardır; bilimin gelişiminin; onun önünü açacak paradigmaların kurulmasının önünde engeldir. Bu nedenle felsefenin görevi yamaklık yapmak değil bilimin eksik, hatalı kabullerine entelektüel bir cesaretle işaret etmek; bu limitleri dikkate alarak daha kapsamlı bir metafiziğin kurgulanması, inşaası yoluna girmek olmalıdır. “Kral çıplak!” demekten korkmamalıyız!

Tolga Esat Özkurt

“Zihin-beyin özdeşliği sorunsalı” konuşma notları” için 2 yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s