beyin · bilim · Descartes · felsefe · kogito · nörobilim · zihin

Kogitonun düşmanları

Bildiğimize emin olduğumuz ne var, Rene Descartes’ın temel sorusuydu. Şüphe duymayacağı kökü düşünen töz’de, “cogito”da buldu. Günümüzde ise Slavoj Zizek’in Ticklish Subject (Gıdıklanan Özne)’de bahsettiği gibi cogito, postmodern filozoflardan bilişsel (kognitif) bilimcilere uzanan geniş bir yelpazede pek çok okulun birden saldırısı altında… Öyle ki bu kogito / özne bazlı desentralizasyon popülerleştirilip, ağza düşürüldü.

Nasıl, size de tanıdık geliyor mu aşağıdaki cümleler?

  • “Beyinde bir merkez yoktur, öyleyse bir kendilikten ya da cogito’dan söz edemeyiz.” 
  • “Bilinç bir tiyatrodur.”
  • “Düşünce, ben’de gerçekleşen bir doğal olaydır”

desc_cartDüşünen “ben”in reddi, bugünün (özellikle Anglo-Sakson eksenli) postmodern hegemonik düşünce dünyasında yer edindi… Descartes’ı takip edip, kökten başlayalım. Gerçekten bizim dolaysız olarak yaşantıladığımız, tecrübe ettiğimiz nedir? Algısal dünyamızdır, çektiğimiz acıdır, açlık ve bulantı hissimizdir, mutluluk duygumuzdur. Dışarıdan hiç kimsenin tecrübe edemeyeceği “ben gibi olmak” durumudur.

Şahane sık ağaçlı bir ormanda karnınız açlıktan guruldamaktayken tek başına yürüdüğünüzü düşünün, öyle şanslısınız ki, hemen arkanızdaki bir ağaçtan parlak kırmızı bir elma düşüyor. İlk olarak yere düşen elmanın sesini duyup seviniyorsunuz; sonra o elmaya dokunacak, belki elinizle üzerindeki tozu silecek, elmanın kokusunu içinize çekip, size yardıma koşan doğaya müteşekkir olduğunuzu fısıldadıktan sonra, ilk ısırıkla ekşimsi tadını alacaksınız.

Dış dünya, nesnel dünyaya dair tüm bilgilerimiz dolaylı… Orada ne var ise ona dair bildiklerimi, bunu ebeveynimden, toplumdan, okul ve aile gibi devletin ideolojik aygıtlarından, medyadan yani bir Öteki üzerinden dolaylı olarak ediniyorum. Felsefe ise bu nedenle dolaylı olarak öğrendiğim bu bilgilerle ilgili şüphe duymakla başlar. Yani önce dolaylı olanı yadsımakla işe başlamak şimdinin nesnelci ve/ya naif realist kognitivistleri ne derse desin, Kartezyen yöntemin en harikulade tarafıdır.

Bilinçli yaşantı, doğrudan yaşadığımıza bizim emin olduğumuz tek olgu… Özellikle de algısal dünya… İçindeki tüm “yanılsamalara” karşın, benim direkt olarak yaşantıladığım ve Descartes’ın çıkarımsadığı üzere varlığını bildiğim tek “gerçek” bu dünya…  Buna “fenomenal ya da bana görünen dünya” (f) diyelim.

Gerçekten algılarımızın olmadığı bir dünya bizim için yok mertebesindedir ve bunu tefekkür etmesi bile nahoştur. Tüm nöronlarımızda etkinlikler olağan haliyle devam etse bile, kalbimiz atmaya devam etse bile; algılarımızı ve hislerimizi silip attığımızda dehşetli bir kafeste silinip gidecektir bilinçli “ben”… Zat-ı şahaneleri Eva Green’in baş rollerinde döktürdüğü, Perfect sense isimli distopik bilimkurgu filminde bize anlatılan işte böyle bir senaryodur: Film boyunca gezegendeki insanların sırasıyla koku alma, dokunma, tad alma, işitme ve en sonunda da görme duyularının tedricen kayboluverdiğine şahit oluruz. Sonrası ise tamamen karanlıktır. Dehşet, kendimizi tüm algılarımızın silinmesiyle benden yoksun bir beden içerisine hapsolmuş bireyleri hayal etmeye çalışmamızla ve hiçliği derinden duyumsamakla gerçekleşir. Artık fenomenal – algısal dünyalar kayıptır; bedenler varlığını sürdürmekte (kimin için sürdürmekte?) ama bilinçliliğin kapıları ardına değin, bir daha açılmamak üzere kapanmıştır… Bundan sonrasını tahayyül etmek gerçekten zor; çünkü tüm algılarımız kapandığında, nöronlarımızda etkinlikler dış dünyadan bir duyusal uyaran gelmeksizin devam etse bile, kalbimiz atmaya devam etse, tüm organlarımız çalışmaya devam etse bile, bilinçli bir benlik ya da yaşantı zerresi hayal etmemiz imkânsızlaşır.

Neden buradan başlıyoruz? Çünkü tek “güvenilir” referansımız nörobilimcilerin beyinle ilişkisi olduklarını farz ettikleri insanın bilişsel dünyası… Fenomenal dünya ile “dış dünya” arasındaki fark nedir? Dışarıda bir elma var mı, benim duyumsadığım elmaya benzer mi benzemez mi, işler burada biraz çetrefilleniyor.

O zaman herhalde şurası kesindir: Dış dünya var ise o dünya benim bilişsel aygıtımda varlık kazanıyor olmalıdır. Öznelci idealizmin babası psikopos Berkeley’e göre böyle bir dış dünya yoktur (“Esse est percipi”): S(f) ↔ φ

Bu formülde sol taraf S(f), öznenin fenomenal dünyası, sağ taraf ise bu deneyimin karşılık düştüğü dış dünya olsun.  φ Berkeley’ci denklemde boş kümeyi sembolize etmektedir. (Elmanın gerçekten olduğu gibi var olduğu, hiçbir distorsiyona uğramaksızın bilincimize aktarıldığı naif ontolojik görüşü fazla naif ve çocukça bulduğumdan es geçiyorum. Platon’dan beri dış dünya ile algıladığımız dünya arasında fark olduğunu, materyalist ya da idealist tüm aklı başında düşünürler kabul ederler. Ancak biz çocukken dünyayı olduğu gibi sanarız; sonradan illüzyonları fark etmeyle gelen şaşırtıcı keyif bu nedenledir. Fakat hepimizin libidinal yapıları gereği çoğu zaman çocuk kaldığını da unutmayalım.)

Bugün pek çok evrimsel kognitivistin (bilişselcinin ya da bilişsel psikoloğun) varsaydığı hegemonik ve popüler sayılabilecek ikinci bir görüşe göre ise: S(f)↔f’, öyle ki d(f, f’) < ξ. Başka bir ifadeyle, özne, dış dünyayı mümkün olduğu kadar hakikate yakın olarak algılamakta ya da yaşantılamaktadır. Dış dünya kendisini bize mümkün olduğunca kendine yakın olarak yansıtır. Örneğin, kırmızı elma olarak gördüğünüz şey her ne ise, gerçekten de “kırmızı bir elma”nın özelliklerini taşıyan bir cisimdir. Dışarıdaki cisimle ya da “nesnel” yığınla algıladığımız  arasındaki fark, fani bilişsel aygıtımızın sınırlarından kaynaklanır. Bu farkı izomorfik olarak adlandırabiliriz. İzomorfizm, eşleşen birimlerin, bizim koşulumuzda dış gerçekliğin temel özelliklerinin korunarak ama zihnin sınırlılığından kaynaklı olarak eksiltilmiş ya da bozulmuş hâlde fenomenal bilince yansıdığını söylemektedir.

Transandantal idealizm olarak adlandırabileceğimiz (ve benim kendimi konumlandırmakta ve yakın bulmakta hiçbir sakınca bulmadığım) bir diğer görüşe göre ise: S(f) ↔ X. Yani dış gerçeklik ile yaşantılarımız arasında radikal bir fark vardır. Bu görüş Immanuel Kant’ın kendi tabiriyle Kopernik devrimi olarak adlandırdığı felsefesinin en temel görüşüdür. Neo-Kantçı Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi adlı şaheserinde bu görüşe dair kısa ve iyi bir tanım vermektedir: “… Tek kelime ile tüm nesnelliğin mutlak nesnellik olmayıp sadece insan ve insan gibi bir yapıya sahip olması mümkün olan varlıklar için bir nesnellik olduğu, buna karşılık şeylerin mutlak özünün, kendinde şey’in fenomenler dünyasının arkasında içine nüfuz edilemez bir karanlıkta gizlendiğidir.”

Screen Shot 2019-02-21 at 12.44.59

Platon’un ünlü mağara alegorisini aklınıza getirin. Dışarıda biri parmakları ile “tavşan” şekli yapıyor; ve elleriniz bağlı olmak suretiyle mağaranız olan kognitif aygıtınıza müebbet esir olan zavallı siz gerçekten bir “tavşan” var sanıyorsunuz. Görsel illüzyon uzmanı olan Donald Hoffman’ın “arayüz teorisi” bu kapsama giriyor. Onun verdiği bilgisayar örneğini düşünelim. Siz bir düzlemde yani bilgisayarınızın işletim sisteminin sağladığı arayüz nedeniyle artık ihtiyaç duymadığınız bir “dosyaya” fare ile tıklayıp, onu “çöp kutusuna” sürükleyip, “siliyor”sunuz. Fakat transistörlerle bezeli elektronik devrelerden müteşekkil bilgisayarınızda “gerçekte” olup biten ise sadece o devrelerde lojik kapılarda gerçekleşen elektron akışlarındaki işlemlerin ekranın piksellerine ışık olarak bir “yazılım” aracılığıyla aktarılmasından ibaret… “Gerçeklikte” ne bir dosya var, ne çöp kutusu, ne de bir “silme” işlemi (ne de kendiniz sandığınız siz?)… İşte arayüz analojisini dikkate alırsak, bilinçli deneyim ile dış gerçeklik arasındaki bağıntı tamamen izomorfizmden ya da basit bir distorsiyondan uzak; arada tam bir ilişkisizlik, aşılamaz bir kopukluk var… Bu iki dünya tamamen bambaşkalar… Dışarıda kırmızı elmaya uzaktan yakından benzeyen hiçbir şey yok. Kant’ın meşhur kendinde şey (ding an Sich) olarak adlandırdığı bu bilinemeyen şeylere ve onların oluşturduğu asla bilinemeyecek dış gerçekliğe biz X demiş oluyoruz.

Kogitonun düşmanları” için bir yorum

Yorumlar kapatıldı.