Eksik · kişisel · Stoa

Gün-aydın.

Her gün içinde, bilinmeyen bir sonsuzluk barındırır. Tüm mesele bunun farkına varmak değil midir?

Seneca buna benzer bir şeyler söylüyordu doğru hatırlıyorsam, genç arkadaşı Lucilius’a bir mektubunda. Tabii birebir değil, mealen diyorum. O kadim hikmeti, ölümün beklenmedik zamanda uğrayacağını hatırlatıyordu arkadaşına mektuplarında…

Nedense modern Stoacılar, Seneca’yı listelerinde en alt sıraya yazıyorlar, yazılı metinleri elimize kalan Epiktetus ve Marcus Aurelius’tan (geç Stoa) sonralara atıyorlar onu… Hatta onu ideal olmayan bir Stoacı-mtrak ilan ediyorlar, Stoacı olmadığını iddia ederek dışlayanları da var, sanırım. Benim içinse tam tersine. Bu üçünden Seneca’yı en başa yazıyorum, en çok ondan okuduklarımdan keyif almışımdır; diğer ikisi çoğunlukla bayıyor beni doğrusu… Niye? Çünkü Seneca daha bir gerçek “insan” yazıp eylediklerinde, hatalarıyla var. Katı Stoacıların iddia ettiği kadar hatasız bir kayaya dönüşmek olamaz hikmet. Hayatın zevklerinden tamamen kaçmak değil, tadında bırakarak faydalanmak çok da güzeldir. Hatta bazen o tadı abartmak, pişman olmak, acı çekmek, sorgulamak, hatalara bulaşmak, ders almak, yenilenmek de gerekir. Erdem aynı zamanda hataları kabul edebilmektir; hem kendinin hem de ötekinin. Kucaklaşmayı bilmektir. Agape, filia ve eros; üçü de gereklidir pek çok kez, değil mi? Biri eksik kalsa, çorbanın tadı kaçar. Erdem, aynı zamanda bunlar olmadan da Varlığın parçası olduğunu duyumsamak ve bunlar olmasa da neşenin ve kederin hissiyatı demek olmalıdır. Kendinin ve ötekinin eksikliğini kabullenmektir.

Yine o mektuplarda, politik iktidara çokça görünmemeyi, devletin fazla gözünün önünde bulunmamayı ama ara sıra kendini hatırlatmanın da iyi olacağını salık verir; ancak böyle bu acımasız Roma’da ayakta kalınabileceğini söyler. Aksi takdirde göze batarsan seni yer bitirirler diye tavsiyelerde bulunur. Ama kaderin ironisi işte: yine Roma imparatoru Nero tarafından ihanetle suçlanır ve yine onun emriyle eşiyle birlikte bir intihara zorlanır; bir nevi idam edilir.

Bir zamandır var olan her şeyin “ne”liğini (metafizik) düşünüyorum. Sonunda ulaştığım sonuçlar var kendimce; baya inandırıcı da, ama nedense etrafı ikna etmek, kabul ettirmek derdim de yok. Halbuki ardından, itiraf edeyim (blog bir itiraf defteri de olamaz mı sanki?), bir kitaba başlarım diye fantezi bile kuruyordum. Şimdilerde hiç de umursamıyorum. Bilseler daha mutlu olmayacak insanlar. Zaten o konularda bilmek değil sorgulamak esas olan. Haddinden fazla “bilmek”, imkânsızlığı yürekten duyumsamak demek… Bu gerekli elbette bazen ve bazıları için. İnsanın olgunlaşması eksiğin farkındalığıyla diyorum ya. Orası öyle.

Şimdi geçen zamanlarda keşfettiğim “Derlemeci” (Ecclesiastes, Tevrat) ayetinin birkaç cümlesinin aklıma gelmesi boşuna değil:

“İnsan güneşin altında olup bitenleri keşfedemez. Arayıp bulmak için ne kadar çaba harcarsa harcasın, yine de anlamını bulamaz. Bilge kişi anladığını söylese bile gerçekten kavrayamaz.” (8/17)

Bu yüzden konuşulamayacak ve yalın olanı, arılığı arzuluyorum, işte. Ara ara daha şiddetli. Şimdilerde olduğu gibi.

beyin · bilim · felsefe · Hume · Olasılık · zihin

Nedensellik üzerine I (Konuşma notları)

Sonradan gelen edit: Söz konusu konuşma buradan görülebilir.

İlk olarak en önemli iki temel soruyu soralım “nedensellik” mevzuuyla ilgili:

1) Nedensellik, doğaya mı zihne mi içkin?

2) Nedensellik determinist mi yoksa stokastik bir dünyada mı anlamlı? (Buradan dünyadan kastım gezegen dünya değil tabii.)

Hemen “taraflı” kendi yanıtlarımı en önceden vereyim:

1) Nedensellik diye bir şey doğada yok; o bizim “zihinlerimizin” bir ürünü, spesifik olarak anlamanın, daha da spesifik olarak öngörünün. (Sadece bizim türümüzün değil, mesela Schopenhauer’e göre hayvanlar için de aynı şey geçerli. Ben de aynı fikirdeyim.)

2) Determinist nedensellik, sosyal ve doğal bilimin mercek altına aldığı pek çok alan için günümüzde yeterli epistemik güçte yöntemsel bir araç değil. Bunun için verilebilecek en iyi örnek ortamlardan biri de beyin. Bu nedenle “mecburen”, nedensel ilişkiyi olasılıksal modeller ekseninde değerlendirmek gerekir. Belki de uzak olmayan gelecekte nedensellik mefhumu bilimsel yöntemde tamamen rafa kaldırılacaktır, kim bilir.

Nedensellikle ilgili ilk kayda değer görüşleri olduğunu bildiğimiz ilk kişi sanırım Aristoteles. Sonrasında Gazali’nin nedensel ilişkinin olmadığı fikri, Tanrısal olana bağlamasından dolayı “akıl dışı” bulunsa da; kavramın tarihsel gelişiminde aslında büyük önemi var görünüyor. David Hume’un Gazali’yi bildiğine dair destekli bir takım söylenceler var. Onun şüpheci yaklaşımı olmasa, Kant kendisinin aynı eserde belirttiği gibi Kritik’i de yazamayacaktı büyük ihtimalle. Bu dediğim birkaç önemli kişi nedenselliğin “nedensel” zincirinin esas halkaları bir bakıma. Ben kendi adıma Schopenhauer’i ve Nietzsche’yi de o halkaya hiç çekinmeden yerleştiriyorum.

Burada nedensellik teması etrafında felsefe tarihinden uzun uzadıya bahsedecek değilim. Felsefeci değilim, felsefe alıp satmıyorum sonuç olarak… Kafamı konuşma öncesi netleştirmeye çalışıyorum sadece.

Klasik nedensel ilişkinin, yani A ve B gibi müteakip iki düzenli olayın etrafında bir nedensellik çıkarımını yapamayabileceğimizi söyleyen David Hume, müteakiplik (ardardalık) haricinde mekan – zamanda temas ya da bitişiklik (contiguity) ve sabit olarak A ve B’nin birbirine düzenli bağlılığı (conjuction) gibi iki şartın daha “nedensellik” mevcudiyeti için gerekli varsayılmasını öne sürer. Tabii Hume, bu toplam saydığımız üç şartın A ve B (causal relata) arasındaki nedenselliğin geçerliliği için gerekli olsa yine de yeterlilik anlamına gelmeyeceğinin farkındadır.

Bu üç şartı kati olarak esas aldığımızda, çabucak Post hoc ergo propter hoc yanılgısına düşebiliyoruz. Sürekli dile getirilen basit bir örnek: Horozun ötüşü (A olayı) ve sabahın doğuşu (B olayı). Bu ikisi üç koşulu sağlar gibi ama sabahın doğuşuna neden olan horozun ötüşü değildir. Tabii bunun gibi bilim tarihinden pek çok örnek verilebilir. Tıp dünyasında 1980’lere kadar ülsere neden olanın stres, anksiyete ya da kahve/alkol içmenin olduğunun düşünülmesi gibi. Bunun böyle olmadığını ülsere neden olanın aslında H. pylori isimli bakteri olabileceğini,  Avusturyalı Barry Marshall isimli bilimci gösterdi. Bunun için kendini denek olarak kullandı. O bakteriyi önce kendine şırıngaladı, kısa sürede ülsere yakalandı. Sonra ise bakteriyi elimine edecek antibiyotiği kullandı ve halla hop tereyağlı ballı ekmek, ülser bitti gitti. Demek ki H. pylori (A), ülser’e (B) neden olmaktaydı. Stres ve anksiyete ise ülserin yaratacağı rahatsızlıkla birlikte gelecektir sadece. İşte burada ikisi arasındaki korelasyon, bilim dünyasında bu ikisi arasında bir nedensel ilişki yanılgısına düşülmesine yol açmıştır. Kahve ve alkol ise sadece meydana zaten gelmiş olan ülserin semptomlarını daha da kötüleştirmektedirler; ülserin neden – sonuç zincirinde yer almazlar. Demek ki bilimde fenomenler (görüngüler) arası nedensel ilişkileri ortaya çıkarmak (inference) hiç de kolay bir iş değildir; meşakkatli araştırmalar sonucu elde edilebilir. İnsan algısında ve idrakında yanılgılar istisna değil de kural olduğundan, hiç şüphesiz, şüphe bilimcinin en kudretli silahıdır.

Sürekli değişmekte olan ya da olmakta olan dünyamızda, karmaşık sistemlerde klasik nedensel ilişki yakalamak zordur. Buradaki bit yeniği, tanıma bakarsak hemen anlaşılır olacak:

“Ceteris paribus” (A ve B hariç geri kalan her şey aynı kaldığında), her A olayı olduğunda, onu B takip ediyor ise: A olayı B olayına neden oluyordur:
A (neden) —> B (sonuç – eser – etki )

Halbuki, A ve B gibi 2 olay haricinde koskoca arka plan hiçbir zaman sabit kalmaz; bir ırmakta bir kez bile yıkanılmaz, vs. vs.

Fakat madem nesnel dünyada nedensellik yok; nasıl oluyor da nedensellik açıklamalarımızda işe yarıyor, değil mi? Daha da önemlisi nedensellik yoksa nedensel çıkarımın pek çok kez işimize yaramasını ne’ye bağlayacacağız? Olan biten ne ki!?

Olan biten, bence dinamik güç süreçlerinden ve onların etkileşimlerinden başka bir şey değildir. Nietzsche öğretmeninden aldığı ilhamla bu işi iyice geliştirmiştir ve ismine bildiğimiz üzere Güç İstenci (Wille zur Macht, Will to power) demektedir. Bu konuyu burada detayıyla açmayacağım, biraz değineceğim. Mesela şu alıntıyı vermek fena olmayacaktır:

“İki müteakip (birbirini izleyen) durumun birinin neden, diğerinin sonuç (eser) olduğunu söylemek yanlıştır. İlk durum hiç bir şey getirmemekte, ikinci durumu da hiçbir şey meydana getirmemektedir. Esasen olan iki birim arasında olan eşitsiz bir güç mücadelesidir; birbirlerine göreceli kuvvetlerine bağlı olarak, güçler yeniden tanzim edilir. “ (WZM, 633; benim çevirim)

Klasik fiziğin nedensel kapalılık ilkesi gereği, aşağı “mikro” düzeylerden, yukarı “makro” düzeylere doğru tek yönlü bir nedensellik varsayılır. “Overdeterminism” (Üstbelirlenim?) bu ilkeyi ihlal eder.

Örneğin, parçacıklardan (elektron, proton, quark vs.), atomlara, moleküllere, hücrelere, dokulara, organlara ve organizmalara uzanan bir yöndür bu. Gerçekten de, eğer üst düzey bir fenomeni alt düzeydeki nedenlerini belirleyebilirseniz, bu durumda onu bilimsel olarak açıklanabilir hale getiriyorsunuz demektir.  Bilimsel indirgemeci açıklamada nedensellik ilişkisi mikro düzeyden makro fenomene doğrudur. Örneğin sıcaklığı, moleküllerin ortalama kinetik enerjisi olarak açıklamak gibi ya da ışığı elektromanyetik bir radyasyon olarak görmek gibi; DNA’yı genlerle açıklamak gibi…

Öyleyse, klasik fiziğin ya da genel olarak doğa biliminin bel kemiği bu nedensel ilişkileri kapsayan nedensel doğa yasalarının çıkarımına (inference) dayanır. Şimdi bahsedeceğim modelde ontolojik düzlemde bir “nedensellik” ilişkisi söz konusu ya da mevcut değil. (Bu türden klasik fiziğin öne sürdüğü tek yönlü bir nedenselliğin zaten farklı fiziklerde örneğim kuantum mekaniğinde geçerli olmadığını biliyoruz.)

Olan şey, fenomenler arası güç ilişkileridir, (etkileşim değil?). Bu güç ilişkilerinin nasıl bir “sonuca” meyledeceğini ise “çevre” belirliyor farz edeceğim. Çevre, fenomenler arası ikili (pairwise) ilişkinin çıktısının anahtarıdır. Öne sürdüğüm bu model aslında evrensel Darwinci evrimci çerçeveyle de uyumludur diyebilirim. (Bence uyumsuz yanları da var, ama konumuz bu değil.)

Güçler arası karşılaşmanın çıktısı nicel bir fark’a dayalıdır. Yani bir etkileşim değil, aralarında tabiri caizse, süreçler arası bir tür “kapışma” vardır denebilir. Söz konusu kapışmanın sonucu ise olmakta olan çevrenin istatiksel özelliklerine bağlıdır. Bir ceylan ve bir aslanı aynı çuvala koyarsanız, aslan ceylanı yer. Bunun tersini “normal koşullar” altında beklemeyiz. İşte makro düzeylerde “belirsizlik” azalmaktadır. Ama şartlar ani değişiverse, evrimsel koşullar “zayıf” görünenin ayakta kalmasına, çok güçlü olanın ise yeryüzünden silinmesine yol açabilir.

İşte, “belirli” dünyada A ve B fenomeni yan yana geldiğinde D olayı olmaktadır. Ya da (A U B) = C –> D ve biz hep C ve D olaylarını ardışık gözlediğimizde, bunlar bize “tek yönlü nedensellik” olarak görünmektedir. D, C’den fazladır.

Bu biraz canlılar dünyasında endosimbiosis olarak adlandırılan ilginç evrimsel “sıçramayı”  çağrıştırır. Mitokondrinin (bu isimdeki önemli organelin) aslında ökaryotik bir hücre tarafından ele geçirilen bir bakteri olması gibi… Bakteri hücreye “yenik” düşmüş, kendi bağımsız emellerinin (purpose) kodlandığı genetiğini kaybetmiş, artık ökaryotik hücreye hizmet edecek şekilde kendi genetiğinden feragat etmiş, hücrenin bir nevi hükümranlığına girmiştir. Mitonkondrinin bir tür bakteri olabileceği görüşü 1890’da Richard Altmann adında bir Alman biyolog tarafından ileri sürülmüşse de, ancak 1960 sonrasında yani mtokondrial DNA’nın keşfinden sonra biyoloji çevresinde geniş olarak kabul gördü.

Yine Nietzsche’nin şu pasajında majör evrimsel bir geçiş olarak kabul edilen bu muazzam biyolojik olayın temel raison d’etre’ine görülebiliyor:

“Tahsis ve asimilasyon edimi, her şeyden önce, kendine tabi kılmanın bir ifadesidir; tebayı (tabi olanı) tamamen hakim olanın gücüne teslim olana kadar onu forma sokmanın, yeniden ve yeniden şekil vermenin sürecidir.” (WZM, 656) 

İşte böyle dinamik varlıksal durumdaki nedensel ilişki çıkarımı ancak ve ancak, en azından günümüz doğa bilimlerindeki gelişim dikkate alındığında, ancak olasılıksal nedensel modellerle mümkün olacaktır.

Olasılıksal nedensellik kısaca şöyle tanımlanabilir: A olayı olduğunda B olayının gerçekleşmesi; A olayı namvcutkenki duruma göre daha olasıdır.
Ya da: P(B|A) > P(B|~A).
Burada deterministik ilişkideki zorunluluktan feragat edilmiştir.

Söz konusu olasılıksal modelin Bertrand Russell tarafından desteklendiği bilinmektedir. Russell, nedensel ilişki ile determinism arasındaki bağı koparmak gerekliliğini vurgulamaktadır. Hans Reichenbach (ölümünden sonra 1956’da basılan) The Direction of Time isimli eserinde olasılıksal nedenselliğin kapısını açmıştır.

Kuantum mekaniğindeki günlük dünyamızdaki düzenliliğe ters olaylar dikkate alındığında “deterministik nedensellik” anlamsızlaşır. (Örneğin kuantum dolaşıklığında, biribirinden uzak parçacıklar arası bağımlılık ilişkisi ya da Heisenberg belirsizlik prensibi dikkate alındığında…) Beyinde de durum çok farklı değildir bence, deterministik nedensellik yeterli bir araç değildir beyindeki olayları açıklamak için…

Niye? Şimdilik 4 sebep verelim:

1) İki beyin bölgesi arasında tek yönlü bir işlevsel ilişki yoktur. İlişki karşılıklıdır. Bir A beyin bölgesinin (nöral popülasyon) etkinliği, B beyin bölgesini uyarabilir. Tersi de olabilir.

2) Bir A bölgesinin etkinlik durumu tek bir bölgeye bağlı değildir; birden çok bölge ile olan ilişkisine bağlıdır. Bu nedenle, nörobilimcilerin tasdikleyeceği üzere beyini anlamak için bağlantısallık (connectivity) kritik önemdedir.

3) Bir nörondan diğerine olan “etki” eşik altı seviyesinde olduğunda, görünür değildir. Çünkü nöronların etkinliğini, enformasyon iletiminin temel yapıtaşları aktivasyon potansiyellerinin 0 – 1 ikili olduğunu kabul ediyoruz. Öyleyse nöral popülasyonlar arası nedensel etkileşimler sonuç ya da çıktı vermeyebilir; beyinde bir işleve neden olmayabilir.

4) Beyinde hiçbir olay düzenli değildir. Tam tersine, bireye, bireyin bilişsel, duygusal durumuna göre sürekli değişmektedir. Düzenli ve hatta evrensel bir beyinden söz edilemez. Sadece dinamik bir sistem olarak tasavvur edilerek, onda bazı düzenlilikler çıkarılabilir ve bu çıkarımlar da “olasılıksal” (kesinliksiz) olmak durumundadır. Örneğin, gözümü kaparsam oksipital bölgedeki alfa bandı etkinliği “çoğunlukla” artar, artma eğilimindedir ama artmadığı pek çok durum vardır. Son dönem nörobilim literatüründe Granger – Wiener anlamında nedensellik çıkarım yöntemlerinin kullanımı bu yüzdendir.

Şunu vurgulamadan edemeyeceğim. Bence “dünya” ne deterministik ne de olasılıksal (şansa bağlı)… Sadece ikincisi onu anlamamız için daha “işe yarar” araçlar sunuyor bize. İlki, sadece evrimsel olarak uyum sağladığımız makro düzeylerde etkili olabilir. Klasik fizik için deterministik dünya varsayımı bu nedenle anlamlı olmalıdır. Ancak uzay – zamanda ölçekleri değiştirdiğimizde, çok küçük (parçacıklar) ve çok büyük (galaksi) dünyalarda deterministik nedensellik çıkarımları çökebilir ve çökmektedir! Zira, evrimsel olarak böyle bir yetiye ihtiyaç duymadık.

İyi biliyoruz ki, 15. yüzyıl sonrası İtalyan topraklarında “olasılık teorisi” kumarbazların kağıt oyunlarında daha fazla kazanabilmelerini sağlamak üzere doğdu. Ama aynı teori, beşyüz yıl sonra kuantum mekaniğinde dalgacık işlevlerini tanımlamak için de pek ala gerekli oldu. Dünyamız olasılıksal da değil;evet Einstein’ın dediği gibi “Tanrı zar atmıyor” ama benim kastettiğim onunkinden radikal olarak farklı: Öyle harmonik, düzenli bir dünya da yok. Yani Tanrı zar atmıyor tamam ama başka hiçbir şey de yapmıyor! Tanrı bir hayli tembel olmalı.

Söylemek istediklerimi tamamlamadım henüz. Devam edeceğim.

eleştiri · felsefe · kişisel

Nedensellik derken…

“Nedensellik” (causality) meselesi doğrusu son 1 seneye kadar beni o kadar da çok ilgilendirmiyordu. “Neden ve sonuç arasında zorunlu bir ilişki var” gibi genel (deterministik) varsayıma katılıyor gibiydim. Hume’un bu konudaki çok bilinen temel eleştirisinden ikinci kaynaklardan haberdardım elbette. A ve B gibi birbirini düzenli olarak takip eden iki olay arasında zihnin “nedensel ilişki” yaftalama meyli vardı, ve bu doğada bir “nedensellik” var anlamına da gelmiyordu. (Sonradan Kant – onun kendisinin Kopernik devrimi sayacağı – ve onun takipçisi Schopenhauer gibi büyük düşünürler büyük epistemolojik açılımlar getirecektiler.)

Bir mühendisi nedensel ilişki çok da ilgilendirmez aslında. (Sadece bir meslek olarak değil de zihniyet olarak mühendisten söze ediyorum.) O, çorbadaki malzemelerin (tanelerin) birbirleriyle olan etkileşimlerini önemsemez; önemli olan çorbanın tadıdır.  Dolayısıyla “Neden” sorusu değil de, “Nasıl daha iyi olur?” mottosuyla hareket eden mühendis, fayda ve verimlilik arayışıyla tasarılarını yapar. Doğanın nasıl işlediği per se ile ilgilenmez, onu ırgalamaz; doğanın işleyişini nasıl manipüle eder de, bunu kullanışlı ve piyasada alınır – satılır hale getirebilir, kafasındaki esas sorun bu’dur. Tabii artık alınıp – satılabilirlik kullanışlılığın (ve ihtiyacın) ötesine geçtiğinden, tasarım sadece eldeki malzemenin manipülasyonu değil, satın alacak insanın da manipülasyonunu kapsamalıdır. Ya da artık malzemeye insan faktörü de eklenmiştir; insan en başat meta’dır. Günümüz insanı kendini metanın dolaşım yasasına tabi kılmıştır, diyebiliriz. Burada politik babda hep akla gelecek olan soru, “bu tâbi olmaklığın gönüllü olup, olmadığıdır.” İnsan bilerek ve isteyerek mi yabancılaşmıştır kendisine ve etrafına? (Aldous Huxley’in Brave New World’ünün en değerli ve özgün tarafı sıradan insanın bile isteye, güle isteye ortak olduğu bir distopik karanlığı tasvir etmesindedir. Orada polis elinde copla gösterici dağıtmaya ihtiyaç duymaz. Çünkü herkes kendini zaten “özgür” kabul eder, öyle hisseder – bunu kabul etmeyeni, istemeyeni ise politik şemsiyenin soldan sağa hiçbir rengi kabul etmeyecektir; o toplumun dışına atılacaktır. Bunu sonradan yazdığı ve haklı olarak öngörülerinde Orwell’e üstün geldiğini belirttiği Brave New World Revisited’da açıkça beyan eder. Açıkçası bu kitapları okuyalı yıllar, yaklaşık 15 sene oldu; ama metinlerde biçim o kadar çok içeriğe hizmet etmiş olmalı ki, detaylar olmasa da ürettiği fikirler zihnimde hep yer kaplıyorlar. Benzer sayılabilecek bir distopya, bu türün ilki ve atası sayılabilecek, başına gelmeyen kalmayan Sovyet devriminin zulmettiği çocuklarından Zemyatin’in Biz isimli kitabındadır.)

Önceden olsa ben “bile isteye” seçeneğini işaretlerdim. Ama artık sorunun bizzat kendisinin diyalektik bir sorgulama sonucunda yanlış olduğunu düşünüyorum. (Bilmek ve istemek sonradan gelir; ilk gelen bilinçdışı kabuller ve alışkanlıklardır. Marx’ın anlayışına çok yakın bir şey söylüyorum burada.) Çünkü soru, “bilmek ve istemeyi” politik iklimde “birincil” önemdelermiş varsayımını kabul etmektedir, dolayısıyla teorik olarak yanlış bir sorudur. “Bilmek ve istemenin” eylemin öncülü olduğu, tipik aydınlanmacı düşüncenin bir kabulüdür. Bir aristokrat ya da entelektüel gücü yetkin biri için; yani azınlıkta olan entelijansiya için belki geçerli dahi olabilir. (Tabii onların çoğunluğu için de durum şüpheli. Çünkü bilmek istemek, entelektüel bir güç istencine denk düşebilir pekala, Nietzsche’nin bize öğrettiği gibi. Bilmek ve istemenin öncül olması belki de evrimsel bir mutasyon, nüfusun binde birine denk düşen bir durumdur. Yani modern varsayıma göre bir hastalıktır.)  Öyleyse, toplumsal rıza, bilinçdışı süreçlere, çok basit denebilecek uyarımlara (stimülasyonlara) bağlı sürüngen beyin mekanizmaları ile ilgili olmalıdır. O reklamlar, o kamera hileleri, ve imge maruziyeti; Çin’de üretilmezden önce Kaliforniya’da tasarlanan akıllı telefonlar boşuna mı var sanıyorsunuz?

Kıssadan hisseye; tüm aşk, devrim, dinlerin üzerine kurulduğu o yüce hikayeler, insanın yüce saydığı her şey, iltihaplı bir diş ağrısı ile söner gider. İnsanın varlık durumunda trajik olan bu’dur işte. (Burada yanlış anlaşılabileceği üzere aşkı, devrimi, miti ve hikayeyi asla küçümsemiyorum; ancak onların toplam – istatiksel olanda, makro davranışta öneminin sadece kritik anlarda, detaylarda gizli olduğunu söylemek istiyorum.)

Bir kafeden yazıyorum. Logos seminerlerinde üzerine konuşacağım “nedensellik” teması ile ilgili bir şeyler karalayayım da zihnim bu konuda iyice netleşsin diyordum. Ama işe bakın ki, o karışıklık yine kendini dışa vurdu!

İyi ki karışık ve şüphede ama. Aşk hariç.