“Nedensellik” (causality) meselesi doğrusu son 1 seneye kadar beni o kadar da çok ilgilendirmiyordu. “Neden ve sonuç arasında zorunlu bir ilişki var” gibi genel (deterministik) varsayıma katılıyor gibiydim. Hume’un bu konudaki çok bilinen temel eleştirisinden ikinci kaynaklardan haberdardım elbette. A ve B gibi birbirini düzenli olarak takip eden iki olay arasında zihnin “nedensel ilişki” yaftalama meyli vardı, ve bu doğada bir “nedensellik” var anlamına da gelmiyordu. (Sonradan Kant – onun kendisinin Kopernik devrimi sayacağı – ve onun takipçisi Schopenhauer gibi büyük düşünürler büyük epistemolojik açılımlar getirecektiler.)
Bir mühendisi nedensel ilişki çok da ilgilendirmez aslında. (Sadece bir meslek olarak değil de zihniyet olarak mühendisten söze ediyorum.) O, çorbadaki malzemelerin (tanelerin) birbirleriyle olan etkileşimlerini önemsemez; önemli olan çorbanın tadıdır. Dolayısıyla “Neden” sorusu değil de, “Nasıl daha iyi olur?” mottosuyla hareket eden mühendis, fayda ve verimlilik arayışıyla tasarılarını yapar. Doğanın nasıl işlediği per se ile ilgilenmez, onu ırgalamaz; doğanın işleyişini nasıl manipüle eder de, bunu kullanışlı ve piyasada alınır – satılır hale getirebilir, kafasındaki esas sorun bu’dur. Tabii artık alınıp – satılabilirlik kullanışlılığın (ve ihtiyacın) ötesine geçtiğinden, tasarım sadece eldeki malzemenin manipülasyonu değil, satın alacak insanın da manipülasyonunu kapsamalıdır. Ya da artık malzemeye insan faktörü de eklenmiştir; insan en başat meta’dır. Günümüz insanı kendini metanın dolaşım yasasına tabi kılmıştır, diyebiliriz. Burada politik babda hep akla gelecek olan soru, “bu tâbi olmaklığın gönüllü olup, olmadığıdır.” İnsan bilerek ve isteyerek mi yabancılaşmıştır kendisine ve etrafına? (Aldous Huxley’in Brave New World’ünün en değerli ve özgün tarafı sıradan insanın bile isteye, güle isteye ortak olduğu bir distopik karanlığı tasvir etmesindedir. Orada polis elinde copla gösterici dağıtmaya ihtiyaç duymaz. Çünkü herkes kendini zaten “özgür” kabul eder, öyle hisseder – bunu kabul etmeyeni, istemeyeni ise politik şemsiyenin soldan sağa hiçbir rengi kabul etmeyecektir; o toplumun dışına atılacaktır. Bunu sonradan yazdığı ve haklı olarak öngörülerinde Orwell’e üstün geldiğini belirttiği Brave New World Revisited’da açıkça beyan eder. Açıkçası bu kitapları okuyalı yıllar, yaklaşık 15 sene oldu; ama metinlerde biçim o kadar çok içeriğe hizmet etmiş olmalı ki, detaylar olmasa da ürettiği fikirler zihnimde hep yer kaplıyorlar. Benzer sayılabilecek bir distopya, bu türün ilki ve atası sayılabilecek, başına gelmeyen kalmayan Sovyet devriminin zulmettiği çocuklarından Zemyatin’in Biz isimli kitabındadır.)
Önceden olsa ben “bile isteye” seçeneğini işaretlerdim. Ama artık sorunun bizzat kendisinin diyalektik bir sorgulama sonucunda yanlış olduğunu düşünüyorum. (Bilmek ve istemek sonradan gelir; ilk gelen bilinçdışı kabuller ve alışkanlıklardır. Marx’ın anlayışına çok yakın bir şey söylüyorum burada.) Çünkü soru, “bilmek ve istemeyi” politik iklimde “birincil” önemdelermiş varsayımını kabul etmektedir, dolayısıyla teorik olarak yanlış bir sorudur. “Bilmek ve istemenin” eylemin öncülü olduğu, tipik aydınlanmacı düşüncenin bir kabulüdür. Bir aristokrat ya da entelektüel gücü yetkin biri için; yani azınlıkta olan entelijansiya için belki geçerli dahi olabilir. (Tabii onların çoğunluğu için de durum şüpheli. Çünkü bilmek istemek, entelektüel bir güç istencine denk düşebilir pekala, Nietzsche’nin bize öğrettiği gibi. Bilmek ve istemenin öncül olması belki de evrimsel bir mutasyon, nüfusun binde birine denk düşen bir durumdur. Yani modern varsayıma göre bir hastalıktır.) Öyleyse, toplumsal rıza, bilinçdışı süreçlere, çok basit denebilecek uyarımlara (stimülasyonlara) bağlı sürüngen beyin mekanizmaları ile ilgili olmalıdır. O reklamlar, o kamera hileleri, ve imge maruziyeti; Çin’de üretilmezden önce Kaliforniya’da tasarlanan akıllı telefonlar boşuna mı var sanıyorsunuz?
Kıssadan hisseye; tüm aşk, devrim, dinlerin üzerine kurulduğu o yüce hikayeler, insanın yüce saydığı her şey, iltihaplı bir diş ağrısı ile söner gider. İnsanın varlık durumunda trajik olan bu’dur işte. (Burada yanlış anlaşılabileceği üzere aşkı, devrimi, miti ve hikayeyi asla küçümsemiyorum; ancak onların toplam – istatiksel olanda, makro davranışta öneminin sadece kritik anlarda, detaylarda gizli olduğunu söylemek istiyorum.)
Bir kafeden yazıyorum. Logos seminerlerinde üzerine konuşacağım “nedensellik” teması ile ilgili bir şeyler karalayayım da zihnim bu konuda iyice netleşsin diyordum. Ama işe bakın ki, o karışıklık yine kendini dışa vurdu!
İyi ki karışık ve şüphede ama. Aşk hariç.