beyin · bilim · felsefe · nörobilim · zihin

Gece, kara kedi ve bilinç

dark_cat_night

Londra Karl Marx yürüyüşü sırasında rehberimiz, eskiden Doğu bloku ülkelerinde anlatılan bir şakadan bahsetmişti. Felsefe, karanlık bir gecede karanlık bir odada kara bir kedi aramaktır. Doğu Alman şakası şöyle devam etmektedir: Diyalektik ise odada böyle bir kara kedi olmadığı hâlde, “buldum!” demektir. Aynı şakada, “bilimler” ise, bir fener alıp, karanlık odayı aydınlatarak o hınzır kediyi aramak olarak nitelendirilir.

Fakat ya odada bir kedi yoksa? Bilişsel nörobilimci eline bir fener almış, diyelim fMRI ile dilimlenmiş işlevsel “beyin imgeleri”ne bakıyor. Dev bir mıknatısla tuttuğu ışık kendi gözlerini de kamaştırıyor. Nöral korelatlar belli ki kediye dair; en azından onu andıran bir şeyler var, güzel. Ama aradığı kedinin ta kendisi, “bilinçlilik” ya orada, o odada değilse?

Ya odada aradığı, “tamam dur, az kaldı, bulacağım” dediği aslında bir kedi “gölgesinden” ibaretse… Bilişsel nörobilimci ısrarla kendi “zihnine” bakmayı, bilincinin müphemliğinde kaybolmayı reddetmektedir; muhtemel fenomenalizm alerjisinin altında yatan budur. Garip, değil mi? O, karanlık odada yürüyen kendinin de aslında bir bilinç sahibi olduğunu ısrarla unutmak istemektedir. Eğer hepimiz bir zombiymiş gibi davranırsak, bilinç probleminden de kurtulurduk, değil mi?

Başka bir tavra göre (eliminasyonculuk), madem odada kedi yok; o zaman kedi bir illüzyon olmalıdır. Sıkıntı şurada, “kedi” yani bilinçlilik hâli olmadan birinin karanlık bir odada bir şeyler araması pek olası ya da anlamlı değil. Böylesi bir kedisizlik varsayımı beraberinde kedi fantomunu yanında taşıyacak, onu tekinsizce bilişsel nörobilimciye hatırlatacak. Onu etraftan silmeye çalıştıkça, o bir hayalet gibi takip edecek, peşini hiç bırakmayacak.

Gördüğü esrarengiz oda, tuttuğu fener, düşlediği kedi; bunların hepsi onun bilincinin eseridir. Paradoksa bakın ki; bilinç, kendi kurduğu tiyatroda bilinci aramaktadır. Bunu yaparken de bu gerçeği paranteze almak zorunda. Bu biraz diyelim Shakespeare adlı esrarengiz tipin kaleme aldığı Richard III adlı tiyatro oyununu A zamanında, B mekanında ve C koşullarında (oyuncular, dil, adaptasyon, ışık, dekor vs.) sergilenmiş hâlini izleyerek, sahnede gözlemlediklerinden dış dünyanın ne’liğini ortaya koymaya çalışan çok bilmiş bir izleyici gibi… Sadece sahnedeki karakterlerin rollerine (nöral etkinliklere) ve oyunun dinamiğine bakarak, yapacak bunu. İyi de, şimdi orada rolü gereği sinsice cinayetler işleyen, bu hırslı kambur karakter; oyun sonlanıp perde kapandığında, “gerçek” hayata dönüp yorgun argın evine gidecek. Ya da oyun başarısız olup, alkış alamadığından oflayıp puflayarak perde arkasında belki başını öne eğecek. Dünya oyununu, bir tiyatro oyunundan çıkarmak olanaklı mıdır?

Kabul. Bu noktada analojileri abartmış olabilirim. Ama izninizle artık bu kısa yazıyı şu pek sevdiğim Alman lafıyla sonlandırmak isterim: In der Nacht sind alle Katzen grau... Geceleyin, tüm kediler gri ve bulanıktır.

iç döküş · şimdiki zaman

Umut

Leonard Cohen’e bir röportajda soruyorlar. “Neden kötümsersin?” “Kötümser, gelecekte bir fırtınanın kopacağını, sağanak yoğun bir yağmurun yağacağını düşünür. Ben ise en başından beri sırılsıklamım”, mealinde bir şeyler söylüyor.

Belli ki uzun bir süredir büyük bir yıkımın eşiğindeyiz. Bu ilk kez olmadı. Tüm dini ve mitolojik hikâyeler bu tekerrür edip duran yıkımın insanın doğasına içkinliğini bize hatırlatıp, durdular. Tevrat’ın en tanıdık ilk kitabı Genesis’i hep bunun hakkında mesela. Cennetten kovulmadan başlayıp cinayete, sürgüne, ihanete, yalana, dolana, katliama, açgözlülüğe, güç seviciliğine, yıkıcılığa hep işaret eder. Bir takım “kötülerde” değil, en seçilmişlerde, peygamberlerde dahi bu günahın en ağır şekillere işlendiği öykülenir.

mde
Lucas Cranach der Ältere, Adem ve Havva, 1526         (National Gallery, London)

Söz konusu olan, insanın hem toplumsal hem bireysel düzlemde asırlardır kendiyle mücadelesidir. Bize bu acayip zamanda miras kalan da bu işte. Tüm bunlara işaret ederken, “arabesk”, kibirli, sözde entelektüel itirazlar etmek, ve buna dayanarak mücadeleden vazgeçmek gibi bir tehlike de var. Hüznü etrafa caka satmak ve/ya onun kendisinde boğulmak için;  ya da kendisini “günahsız” sanmanın ben merkezli körlüğünde değil de, kendi hakikatimizi duyumsamak, eylediklerimizde sorumluluk almak cüreti için değerlendirmek gerek.

Beri yandan bakınca tüm o hikâyeler aslında evrimsel süreçte bizim kodlarımızda toplanan alışkanlıklarımızın sonucu olarak varlar. Bir nevi kendimize kendimizi hatırlatıyoruz. Fakat şimdi özellikle orta sınıflar “kaçmak” için yol arıyorlar. Belki imgelerde boğularak, belki kısa süreli hazlar peşinde koşarak ve etrafa yalandan bol emojili kahkahalar atarak… Ama kendi evlerinde, yani ruhlarında, için için ağlayarak…

“Yeni” Ahit’in teklifi bu yüzden olsa gerek, doğru yola sapmaya niyet ettiğimiz andan itibaren günahların silinmesidir. Bana göre geçmişin yükünün aslında şimdi’de varolmadığını; o yükü bunu idrak ettiğimiz andan itibaren yeni’ye dönüştürebileceğimizi, kurguları yok etmenin imkânlarını müjdelemektedir, İsa’nın çarmıhta gerilmesi… Kandırmacı bir iyimserlik içinde değil de, şimdi’de, tam bu anda bu yıkıcılığa karşı ses çıkarabilmenin imkanlarına işaret etmekte ısrar etmek gerekir. İşaret etmekle kalmayıp, tüm tavrımızla hüzünden bağımsız olmayan bir neşeyi etrafa yansıtmaktan kaçmayarak…

Kısa vadede umudum da yok, işin doğrusu. Belki mevsim sonbahar ondan. Belki savaş var; belki açgözlülük ve fanatizm her yerde muzaffer diye görüyor gözlüklerim. Ülkemde milliyetçiliğin bu denli satması bu yüzden. Sol ya da sağ, kadın ya da erkek, liberal ya da sosyalist, Kürt ya da Türk hiç bir tarafın diğerini dinlemeye bile tahammülünün olmaması… Bu ortamda ses çıkarsan, duyulabilir mi? Yığınların narsisizmini kuvvetlendirecek kümelere girip, çığırtkanlık yapmaktan başka bir şey olmayan bir ahmaklığa batması… Yapılacak olan içe kapanmak mıdır bu durumda? Buradan da negatif bir romantizm çıkarmayacağım. Aman! Sadece alternatif üçüncü sesler çıkarmanın yollarını bulmamız lazım. İnsan olabilmenin, paylaşmanın, dayanışmanın ve, müstehcen kahkahaların değil de sahici olarak gülüşlerin yolları her ne ise onlara yönelmenin… Bu doğrultuda adımlar atarak direnenlere de koca bir şükranla bakmanın. Çünkü iyi emsallere ihtiyacımız var. Hepimizin.