ironi · kurmaca

Kimsenin uğramadığı berber

Alışkanlıktan sabah yine aynı saatte kalktım, yapmam gerekenleri yapmaya koyuldum, Kıl Oldum Abi şarkısı eşliğinde mekik ve şınav çektim, koyu kahvemi içtim, onun dışında ne yapmam gerektiğini bir türlü akıl edemedim. Banyoya gidip aynaya baktım bir süre, ayna söylerdi belki. Saçım sakalım birbirine karışmıştı, beyazlar her zamankinden fazlaydı, yaşımı ortaya çıkarıyorlardı, durup durmadık yere Azrail’i huylandırıyor gibiydiler. Ayna gerçekten de bir tokat gibi çarpmıştı suratıma bugünkü görevimi. Sokağın başındaki berbere git. Bebek yüzlü ol da öyle çık karşıma! Emrin olur canım.

Camından içeriye şöyle bir göz atınca dükkanın önünde sap gibi kalakaldım. Kimseler yoktu. Televizyon açıktı, melül melül bakışlarıyla Türkan Şoray kaplamıştı duvarı. Sıra olmadığından beklememe gerek kalmayacaktı ama aşırı talep eksikliği verilecek hizmete dair olumlu emarelere işaret etmiyordu. Pekâlâ yakın istikbalimde korkunç bir tıraş sinsice beni orada bekliyor olabilirdi. Vaz mı geçseydim diye aval aval düşünürken adam televizyondan aniden çevirdiği yüzünü bana döndü, Türkan Şoray’ın davetkar bakışlarını ödünç almış hâlde karşıma dikilmişti. Artık içeri girmemek asla mümkün değildi.

Kanımca kastrasyon kompleksi Freud’un dediği gibi sünnetle değil berber deneyimiyle başlar. Seri bir şekilde minik kafasının üzerinden şaklaya şaklaya geçen makas zavallı çocuğu acımasızca hadım eder. Artık geri dönüş yoktur. Artık geri dönüş yoktu. Hoşgeldin, dedi. Kahverengi deri koltuğu gösterdi. Boynuma beyaz önlüğü iliştirdi. İşlem başlamıştı. İyice kısalt usta, dedim. Olmaz, az kısaltayım ki yine gelesin, der gibi sırttı.  Ayna yine karşımdaydı. Son bir kez saçıma sakalıma baktım, içimden acıklı bir sesle elveda dedim. Elveda.

O da terk edilmişti. Devamlı müşterisinin artık gelmediğini, devamsızlık yaptığını söylüyordu. Pandemi başlar başlamaz ayakları kesilmişti. Pandemi bahane olmuştu – marketlere, alışveriş merkezlerine, barlara, lokantalara gidiyorlardı hâlâ, ama iş berbere gelince, virüs de virüs diye tutturuyordu pezevenkler… Açıkça söyleselerdi ya yüzüne, para vermek istemiyoruz sana diye. Yemezdi. Karılarına kestiriyorlardı. Mesela karşı apartmandaki hırbonun faullerine bak, sağı solu farklı uzunluklarda, yamuk yumuk tıraşla insan içine çıkıyor bir de iblis. Şimdi anlıyordum sırıtışının nedenini. Yine geleceğime inanamıyordu bir türlü, yediği darbelerden canı çıkmıştı, kırk yıllık müşterilerini kaybetmişti, benim gibi nereden kopup geldiği belli olmayan bir yabancının dönebileceğine inancı yoktu. Umuyordum ki, bu önyargılı güvensizliği tıraş kalitesine olumsuz yansımasın. Tek başımayım, kendim zaten kesemiyorum saçımı, dedim, berberi motive etmek için. Bunu der demez, ensemdeki makasın ritmine başka bir renk geldi. Vaadime inandırmıştım galiba, kendimle içten içe gurur duydum.     

Kucağımda tedricen artan hoş bir ağırlık hissediyordum. Kül rengi kıllarım öbek öbek beyaz önlüğümün üzerine düşüşüyorlardı. Berber sessizliğe gömülmüştü. İşine konsantre olmuştu diye umuyordum. Bir kukla sanatçısı ustalığıyla kafama ve çeneme yön veriyordu. Bazen abanarak yapıyordu bunu, kafamın üstüne basan avucuna, itişlerine, çekişlerine çaresizce teslim olmuştum. Makasın rutin şıkırtısı canımı sıkmaya başladığından, konuşacak bir şey aradım. Ruhuma ektiğim sosyal mesafenin uzunluğu henüz ölçülemiyordu. İnsan içine çıkmadığımdan normal biri gibi konuşma yetimi kaybetmiştim. Aklıma Russell’a –  yaptığı bir röportajda ihtiyar hâlinin babaanneme çok benzediğini gördüğüm Russell’a – atfedilen berber paradoksu geldi. Bir kasabada saçını kesemeyen herkesin saçını kesen bir berber yaşarmış. Sence kendi saçını keser mi bu berber?, diyerek kıs kıs güldüm. Dondu kaldı. Makası elinden bıraktı. Gereksiz bir gerilimle doldu dükkan. Gülüşümü tuhaflıkla karşıladı. Elbette keser, kendi saçını da misler gibi keser, ama saçını kesemeyen kavatlar ona uğramazsa, ne yapabilir ki? İşte berber paradoksum burada talihsizce sonlanıyordu. Acaba Russell öte dünyadan bizi işitse ne yapardı, İngilizliğinden mütevellit gıcıklığıyla, saçma çok saçma, deyip geçerdi herhalde, diye düşündüm. Russell gibiler için doğrular vardı, yanlışlar, bir de üzerinde konuşmaya bile değer olmayan saçmalıklar. Fakat gündelik hayatın kıyısına uğrayamayan soyut mantıksal çıkarımları berberimin şahitliğinde dumura uğramıştı işte. Asıl saçmalığın daniskası sensin moruk demeye yeltenirdim, ama rahmetli babaannemi anımsattığından, kırıcı bir söz edip de saygıda kusur edemezdim. Mecburen hıncımı berberin vefasız müşterilerine boşalttım. Nasıl bir dünyaya geldik, şu sosyal mesafelerini kısalttıkları tek şey azgınlık, dedim. Kafasını salladı.   

Aynayı enseme tuttu. Eline sağlık usta ve görüşmek üzere dedim, giderken. O anda gözleri yine melül bir hâl aldı. Bir daha o dükkâna ben de uğramadım.