“Dünyanın bütün külleri” adında kısa bir hikâye yazmak istiyorum kaç gündür. (Aşağı yukarı sekiz on gündür, sanıyorum.) Ölümcül bir hastalıktan mustarip bir adam geliyor aklıma ilk olarak. (Kahramanımı hemen her zaman zavallı bir adam olarak seçmemin nedeni kendi benliğimi farklı kılıklarda kurcalayarak bir öz-katarsise varmak arzusu mu, yoksa hayalgücü fukaralığı mıdır, kim bilir?) Ölmeden önce ısrarla yakılmak isteğiyle dolup taşacaktı yüreciği. İşsiz güçsüzdü bir süredir ama babadan kalma parasının son kırıntılarını bu son arzusunu yerine getirmek üzere harcamak istiyordu. Ömrünün finalinde istediği gibi davranmak en doğal hakkı olmalıydı insanın, herhâlde. (Pinti bir karakter değil ama har vurup harman savuracak hâli de yoktu, maddi durumunun sınırlılığından ötürü. Parantezi kapatalım.) Şu fani dünyada kimseye mühim bir şeyler bırakacak kadar serveti yoksa da, en azından bir yakınına (yakın diyerek tariz yapmamın anlayışla karşılanmasını dilerim) küllerini bırakabilirdi. Aklına son günlerde en çok gelen kimseye, onu hastayken ortada bırakıp giden eski sevgilisine…
Doğrusu, tüm bu krematoryum mevzuu aklıma İtalya’da bir kasabada ikamet eden bir arkadaşımın kalp krizinden hakkın rahmetine ansızın alelacele yürüyen babasının küllerinin toplandığı semaverden geldi. Fakat kahramanım ülkemizde yaşasa çok daha iyi olurdu, ve fakat ne yazık ki, bizde bir krematoryum namevcuttu. (Denildiğine göre Osmanlının son zamanlarında Zincirlikuyu mezarlığında bir krematoryum varmış ama inanın, bir dönem hikayesi yazacak hâlim hiç yok!) Bu durumda kahramanım İsviçre’ye gitmeye muktedir olacak, orada son günlerini geçirmeye razı olup (Alplerde dağ yürüyüşü yaptırsa mıydım ölmeden, son bir hayat kıpırtısı olarak acaba?), küllerini barındıran semaveri eski sevgilisine Bern’den kargolatacaktı. Ayrıca dokunaklı bir not bırakacaktı ona: “Sigaranı her tüttürdüğünde bu küllerle karıştır, dudağından gırtlağına oradan ciğerlerine ulaşan, gerisin geri havaya bıraktığın dumanlardan arda kalanlar bana her karıştığında, beni hatırla, olur mu?” Bir kalpsiz bile son isteği geri çeviremez. Zaten, onu hastayken dımdızlak bıraksa da, günlerce ağlamıştı, vicdanlı bir kadındı neticede. (Hikâyenin gidişatının selameti için kahramanımızın bu konudaki tahminini haklı çıkaracaktım mecburen.)
Gerçekten de öyle olacaktı. Kadın içtiği her sigaranın külünü, cesedin küllerinin üzerine serpecekti serpmesine de, doğal olarak, bir gün semaverde yer kalmadı… (Semaverin dolup taşmasıyla, kadının hüzne doyduğuna simgesel olarak işaret etmeyi amaçladım, hemen ertesinde de yası tamamlayacak bir edim gerekecek tabii.) Bunun üzerine bir karar alıp (ani kararlarından asla geri adım atmayacak tutarlılıkta bir hanım olduğunu vurgulayan bir başka olay), semaveri dikkatlice paketleyerek bavula atıp, kahramanımızla birlikte bir zamanlar sıkça gittikleri favori mekana, Kaş’a Patara Plajı’na gitti. Adamın cesediyle karışmış küllerini denize bırakınca, suyun içinde bu kadar çabuk eriyip gitmelerine şaşırmışçasına, dalgasız denizin sessiz fonunda hıçkıra hıçkıra göz yaşı döktü. Bunu fark eden kirli sakallı eli yüzü düzgün esmer bir delikanlı (kahramanımızdan oldukça genç biri olması gerektir) yanına yaklaşıp teselli etti hiç tanımadığı bu zarif kadını. Hüzün kadına fevkalade yakışıyordu. Kısmet bu ya, başka bir yavuklu bulmuş oldu böylece hanımefendi. Boş kalan semaver o andan itibaren yeni sevgililerin yakıp yakıp söndürmekten usanmadıkları sigaraların küllerine ev sahipliği yaptı. Günlerce doldurdular ve boşalttılar İsviçre yapımı bu hatırayı. Ta ki…
Yukarıda fark ettiğiniz ya da edeceğiniz üzere – hikâyenin karakterine çok daha uygun olduğunu düşünüyorum – başlığı değiştirmek zorunda kaldım.