eleştiri · ironi · şimdiki zaman

Zombiler, zombiler her yerde

“Vielleicht ist heut der letzte Tag
Den du noch hast zu leben
O Mensch veracht nicht was ich sag
Nach Tugend sollst du streben.”
Bir eski Alman halk şarkısı

Marcus Aurelius diyordu asıl korkmamız gerekenin ölüm değil de, yaşama asla başlayamamak olduğunu. Elbette günümüz insanı bu denileni – almış gibi yapsa da – asla ciddiye almayacaktır. Modern yaşam en başından beri ölümün yadsınması ve nihayetiyle de “ölümsüzlüğün” fethi üzerine kurulmuştur. Harari’nin bir kitabında aktardığı üzere Google gibi dünya imparatorluğunu sahiplenen büyük tekeller misyonlarında açık açık ölümsüzlüğü amaçladıklarını ifade eden şirketler kurdurmaya vardırmışlardır işi… İmparatorluğun hegemonu ABD’de yapılan harcamaların iki ana dalı vardır: biri savunma adı altında saldırı, daha doğrusu savaş (ordu); ikincisi sağlık adı altında, ölmeme (NIH)…

Ölmeme, bir tür zombiliğe karşılık düşer. Şeyleşmiş içeriksiz yaşam artık her şey gibi uzunluğuyla ölçülüyordur. Aynı kullanım değerinden soyutlanmış olarak tanımını bulan içeriksiz meta gibi ölçüme tabidir, “yaşam” olarak adlanamayacak satılığa çıkarılmış ömürler… Marx şaheserinde değer teorisini anlattığında pamuk, demir, buğday gibi materyal objeler üzerinden denklemler kurarak örnekler veriyordu. Artık çok daha göz önünde olan çeşitli markalı zombi bedenlerden tezgahlanmış ömürler halbuki. Örneğin Paris’te tankla ezilen Fransız zombilerin ömrünün değeri Ankara’da bombalananların iki katıdır. Ankara’dakilerinki Gazze’dekilerin iki katıdır. Gazze’dekilerin ise Kongo’dakilerin birkaç katı olmalıdır. (Pardonne-moi, ma chérie, fakat Kongo’da bir şehir ismi bilmiyorum). En tiksinç olan ise sosyal medya köşelerinde vicdanıyla ve kuşkulanamayacak samimiyetleriyle, meşrebleri uyarınca belki timsah ya da başka bir mahlukatın gözyaşlarını dökenlerdir. Göz yaşlarını akıtmaktan çekinen, favori Beethoven senfonileri dinlemekten çekinen Lenin’lere hasret duyarız bu çağda.

Ellerinde yürüyen arabalarıyla ayağa kalkmış sürüngenler (reptilus erectus) olarak görünen süper marketlerde alışveriş eden yalnız yaşlıları anımsatır zombiler… Erken ölenlere boş zamanlarında hobi olarak acıyanlar, çıplak bir hayatta kalmanın ötesinde bir şey düşünemeyeceklerdir. Onlar hep kavuşamadıkları daha iyi bir lunapark arzusuyla tutuşan ve canları her daim çok fena sıkılanlardır. Ölümü unutmak için yapıp ettikleri artık beyhude bile değildir… Kabuslarına ölümden kaynaklı dehşetin sirayet etmesinin bir manası kalmaz bu denklemde. Zira birleşik mega süpermarket ve alışveriş merkezleri krallıkları habitatında ellerinde telefonlarıyla sürünen irili ufaklı çeşitli meblağlarla etiketlenen bu mahlukatlar zaten artık çoktan ölmüş olan Tanrı’nın kabusunun bir tecellisi olsa gerektirler. Freudian bastırma mekanizması bile sönümlenmiştir, bu hayatta kalmaklığın, ölememenin cehenneminde.

duyumsayıklamalar · satir · şimdiki zaman

Olağanüstü hâllerimiz

Eğer bir Türk Gregor Samsa, sabah uyandığında dev bir Wuhan virüsüne dönüşmüş olsaydı, halkımız vatansever hislerle birleşmekte gecikmez, onu kolonya yağmuruna tutarlardı. Gerçekten de artık gittiğimiz restoranlardan mobilyacılara kadar herkes limon kolonyasını size sorma gereği dahi duymadan sıkmaya başlıyorlar. Bu cömert ikrama itiraz etme hakkınız yokmuş gibi.

Daha bir önceki dükkanda kolonya sıkılmıştım bahanesini öne sürüp de elinizi hızla çekmeye muvaffak olursanız, az önce misafirperver duygularla sizi karşılayan dükkan sahibinin kötü bakışlarına maruz kalacaksınız. Bu kadar adamın ölümüne şimdiden sebebiyet vermişsinizcesine suçlu ilan edecekler sizi.

Arabanız olduğu hâlde toplu taşımaya adım atmaya cüret mi ettiniz, siz bir cahilsiniz. Bu cehalet suçlamasına aşağıdan yukarıya tüm sınıflar devletler nezdinde katılacak ve ellerinde gelse sizin kör cehaletinizi öldürmek üzere kolonyaları birleştirecek ve sizi cehaletinizde boğacaklardır. Bu virüsle ilgili şaka yapmaya mı kalktınız. Aman allahım, bir sürü insan teker teker ölüyor. Ne kalpsizsiniz siz. Ne vicdansız. İnanmasanız da dualarınızı her gün ölmekte olan fakat hiç tanımadığınız insanlara gönderme pozu kesmeniz kâh sokakta (sokak kaldı mı ki?), kâh sosyal medyanın cıvımış çamurunda pozitif enerjili emojilerle desteklenecektir.

Anlamalısınız ki. Bu balık hafızalı güruh sosyal medyada ilk sıralarda gördüğü tüm ölümlere ortak olmanızı şart koşmaktadır. Yüzünüzü buruşturmanız ilk şarttır. Ruh hâlinizi bu yüz buruşturmasına sarmanız her şeyi kolaylaştıracaktır.

Evlere tıkadılar sanıyorsunuz mu bizi. Hayır, ev, bir dışarısı ile birlikte var olduğunda kendi anlamını bulur. Ev ve kamusal alan gibi. Ev ve öteki evler gibi. Ev ve mahalle kahvesi – birahanesi gibi. Ev ve agora gibi. Fakat, dışarısı sürekli olağanüstü hâller hâlinde ilk akla gelerek türlü makarna ve bilumum bakliyat için üşüşülen bir süper market olamaz. Keza tüm hayvani ihtiyaçların online alışverişe bağlandığını bir kereliğine varsaysak, dışarısının fiziki olarak da günbegün imha olmakta olduğu idrak edilecektir. Demek ki evimizin içini de dışarısıyla birlikte aslen kaybettik. Biz içinden çıkılması imkân dışı olan bir kafese gönüllü hapsolmuş mahlûkatlarızdır artık. Sürekli güncellenen makul komutlar dahilinde hayatta kalmaya çalışan mahlûkatlar…

Bu durumu Starbucks tipi ders çalışmak, kitap okumak, yazılar çizdirmek için “yalnız” gidilebilen self-service kafelerden de anlayabiliriz. Orada bir garsonun masamıza uğramasına, bizimle göz göze gelmesine tahammülümüz yoktur. Kahveyi elimize aldığımız andan itibaren kısa süreliğine de olsa evimizde hissetmek isteriz. Oturduğumuz masada bir kitaba, cep telefonuna yahut bilgisayara bakakalarak var ettiğimiz yalnızlığımız hiç kimse tarafından gölgelenmeye gelemez. Bir çok diğer yalnız “transparan ev parçalarını” gören sandalyemiz aracılığıyla evde olma duygusu ikame edilir. Arada attığımız kaçamak bakışlar, bir komşuyu safça ve haklı olarak röntgenlemek gibidir. Tuvalete gittiğimizde masada bırakılan bilgisayara sahip çıkmakla yükümlü tuttuğumuz komşulardır yan masalar…

Öyle ki, söz konusu kafelerde kendimizi tıkadığımız güvenli kafesimizin üstümüze sindirip sindirip biriktirdiği o anlaşılmaz lanet angst üzerimizden gider de, kısa süreliğine de olsa bir evde olmaklık duygusu yaşarız. Evsiz Şarkiyatçı bir turistin uzak yoksul bir ülkedeki bir eve uğrayışına benzer bu.

duyumsayıklamalar

Kim?

mde
Agnus Dei, 1635-1640, Francisco de Zurbarán (Rijkmuseum, Amsterdam)

Dünya nötralize olmuş gibi. Her şey sıfırlanmış. Tüm ötekiler eşit bir hizada diziliyorlar bir uçtan bir uca.  Nerede olduğunun, kime bağlandığının ya da kimi  özlediğinin, kimlerle tanışık olduğunun, en yakınının ya da en uzağının, şu an ne ile meşgul olduğunun, döşediğin yalandan kariyerin ve ötekiliğin bir önemi yok. Her şey ve herkes olmak! Ya da hiçbir şey!

Okuduğum tüm metinler bir bir silikleşiyor. Farz ettiğin tüm dogmalar… Girdiğin tüm kılıklar… Diline üşüşen sözcüklerin ve attığın adımların sana ait olmadığını hele şükür idrak etmen…

Tüm bunları kim’e yazıyorum? Kim’in anlayışına sığınıp, ruhumu okşamasını diliyorum içten içe? Birden ayağa kalkıp, şarabımı yudumluyor, şerefine içiyorum tüm yaşananların – bilincimin dışına taşan büyük çoğunluk nail en fazla bu şerefe… Özgürüm biliyorum, ve en zor olan bu!

Hedefe en yaklaştığım an, itiyorum onu! Bir hedefi olmasından hicab ediyor belki bende bir parça. Tanrıların kahkahaları çınlıyor, çınlıyor ve yankısı yayılıyor sonsuzluğa. Bir veba dalgası hepimizin birden üstüne çullanıyor böylece. Ezelden beri biz olan, üryanlığımızdan utanıyoruz. Bir bir dökülüyor sözcükler, boşa gitmekten korkarak, erimekten korkarak, olanca katılığıyla çıkıyorlar.

Başımı öbür yana dönsem, dünya bambaşka bir hâl alacak, biliyorum. Nefret ve sevgi birbirine sarılıyor. Ölesiye seviyorlar birbirlerini ve ölesiye nefret ediyorlar birbirlerinden. Nefret biraz sevgi oluyor, sevgi biraz nefret. Yine karışıyor ortalık. Biz buraya bir kez daha gelmemiş miydik? Kaç kez daha düşecektik? Yaşamamış mıydık sanki tüm bunları? Belli ki, varlık, “olmakta olan” olarak adlandırdığı bir aynada kendini seyreyliyor. Ben bahaneyim, sen bahane ona. Ya da ben ve sen hariç her şey bahane.

Seyreyliyor ama bakışında görmekten eser yok. Sağır o, tad  ve koku körü… Dokunamaz birine. Sadece kendi yarattığı an’ın ihtişamında tutsak, dalıyor hiçten bile az olan bir bilinmeze. Tüm sözcükler yabancı o’na – kendine şaşırıyor ya bu yüzden. Kendi olmaklığın ta kendisine… Varlığının, yanılgıyla pekişip durmasını duyumsamak neşelendiriyor, tek tesellisi. Kim anlayabilir sanki o’nu? Ben’i ya da sen’i? Kim?

beyin · bilim · felsefe · nörobilim · zihin

Gece, kara kedi ve bilinç

dark_cat_night

Londra Karl Marx yürüyüşü sırasında rehberimiz, eskiden Doğu bloku ülkelerinde anlatılan bir şakadan bahsetmişti. Felsefe, karanlık bir gecede karanlık bir odada kara bir kedi aramaktır. Doğu Alman şakası şöyle devam etmektedir: Diyalektik ise odada böyle bir kara kedi olmadığı hâlde, “buldum!” demektir. Aynı şakada, “bilimler” ise, bir fener alıp, karanlık odayı aydınlatarak o hınzır kediyi aramak olarak nitelendirilir.

Fakat ya odada bir kedi yoksa? Bilişsel nörobilimci eline bir fener almış, diyelim fMRI ile dilimlenmiş işlevsel “beyin imgeleri”ne bakıyor. Dev bir mıknatısla tuttuğu ışık kendi gözlerini de kamaştırıyor. Nöral korelatlar belli ki kediye dair; en azından onu andıran bir şeyler var, güzel. Ama aradığı kedinin ta kendisi, “bilinçlilik” ya orada, o odada değilse?

Ya odada aradığı, “tamam dur, az kaldı, bulacağım” dediği aslında bir kedi “gölgesinden” ibaretse… Bilişsel nörobilimci ısrarla kendi “zihnine” bakmayı, bilincinin müphemliğinde kaybolmayı reddetmektedir; muhtemel fenomenalizm alerjisinin altında yatan budur. Garip, değil mi? O, karanlık odada yürüyen kendinin de aslında bir bilinç sahibi olduğunu ısrarla unutmak istemektedir. Eğer hepimiz bir zombiymiş gibi davranırsak, bilinç probleminden de kurtulurduk, değil mi?

Başka bir tavra göre (eliminasyonculuk), madem odada kedi yok; o zaman kedi bir illüzyon olmalıdır. Sıkıntı şurada, “kedi” yani bilinçlilik hâli olmadan birinin karanlık bir odada bir şeyler araması pek olası ya da anlamlı değil. Böylesi bir kedisizlik varsayımı beraberinde kedi fantomunu yanında taşıyacak, onu tekinsizce bilişsel nörobilimciye hatırlatacak. Onu etraftan silmeye çalıştıkça, o bir hayalet gibi takip edecek, peşini hiç bırakmayacak.

Gördüğü esrarengiz oda, tuttuğu fener, düşlediği kedi; bunların hepsi onun bilincinin eseridir. Paradoksa bakın ki; bilinç, kendi kurduğu tiyatroda bilinci aramaktadır. Bunu yaparken de bu gerçeği paranteze almak zorunda. Bu biraz diyelim Shakespeare adlı esrarengiz tipin kaleme aldığı Richard III adlı tiyatro oyununu A zamanında, B mekanında ve C koşullarında (oyuncular, dil, adaptasyon, ışık, dekor vs.) sergilenmiş hâlini izleyerek, sahnede gözlemlediklerinden dış dünyanın ne’liğini ortaya koymaya çalışan çok bilmiş bir izleyici gibi… Sadece sahnedeki karakterlerin rollerine (nöral etkinliklere) ve oyunun dinamiğine bakarak, yapacak bunu. İyi de, şimdi orada rolü gereği sinsice cinayetler işleyen, bu hırslı kambur karakter; oyun sonlanıp perde kapandığında, “gerçek” hayata dönüp yorgun argın evine gidecek. Ya da oyun başarısız olup, alkış alamadığından oflayıp puflayarak perde arkasında belki başını öne eğecek. Dünya oyununu, bir tiyatro oyunundan çıkarmak olanaklı mıdır?

Kabul. Bu noktada analojileri abartmış olabilirim. Ama izninizle artık bu kısa yazıyı şu pek sevdiğim Alman lafıyla sonlandırmak isterim: In der Nacht sind alle Katzen grau... Geceleyin, tüm kediler gri ve bulanıktır.

iç döküş · şimdiki zaman

Umut

Leonard Cohen’e bir röportajda soruyorlar. “Neden kötümsersin?” “Kötümser, gelecekte bir fırtınanın kopacağını, sağanak yoğun bir yağmurun yağacağını düşünür. Ben ise en başından beri sırılsıklamım”, mealinde bir şeyler söylüyor.

Belli ki uzun bir süredir büyük bir yıkımın eşiğindeyiz. Bu ilk kez olmadı. Tüm dini ve mitolojik hikâyeler bu tekerrür edip duran yıkımın insanın doğasına içkinliğini bize hatırlatıp, durdular. Tevrat’ın en tanıdık ilk kitabı Genesis’i hep bunun hakkında mesela. Cennetten kovulmadan başlayıp cinayete, sürgüne, ihanete, yalana, dolana, katliama, açgözlülüğe, güç seviciliğine, yıkıcılığa hep işaret eder. Bir takım “kötülerde” değil, en seçilmişlerde, peygamberlerde dahi bu günahın en ağır şekillere işlendiği öykülenir.

mde
Lucas Cranach der Ältere, Adem ve Havva, 1526         (National Gallery, London)

Söz konusu olan, insanın hem toplumsal hem bireysel düzlemde asırlardır kendiyle mücadelesidir. Bize bu acayip zamanda miras kalan da bu işte. Tüm bunlara işaret ederken, “arabesk”, kibirli, sözde entelektüel itirazlar etmek, ve buna dayanarak mücadeleden vazgeçmek gibi bir tehlike de var. Hüznü etrafa caka satmak ve/ya onun kendisinde boğulmak için;  ya da kendisini “günahsız” sanmanın ben merkezli körlüğünde değil de, kendi hakikatimizi duyumsamak, eylediklerimizde sorumluluk almak cüreti için değerlendirmek gerek.

Beri yandan bakınca tüm o hikâyeler aslında evrimsel süreçte bizim kodlarımızda toplanan alışkanlıklarımızın sonucu olarak varlar. Bir nevi kendimize kendimizi hatırlatıyoruz. Fakat şimdi özellikle orta sınıflar “kaçmak” için yol arıyorlar. Belki imgelerde boğularak, belki kısa süreli hazlar peşinde koşarak ve etrafa yalandan bol emojili kahkahalar atarak… Ama kendi evlerinde, yani ruhlarında, için için ağlayarak…

“Yeni” Ahit’in teklifi bu yüzden olsa gerek, doğru yola sapmaya niyet ettiğimiz andan itibaren günahların silinmesidir. Bana göre geçmişin yükünün aslında şimdi’de varolmadığını; o yükü bunu idrak ettiğimiz andan itibaren yeni’ye dönüştürebileceğimizi, kurguları yok etmenin imkânlarını müjdelemektedir, İsa’nın çarmıhta gerilmesi… Kandırmacı bir iyimserlik içinde değil de, şimdi’de, tam bu anda bu yıkıcılığa karşı ses çıkarabilmenin imkanlarına işaret etmekte ısrar etmek gerekir. İşaret etmekle kalmayıp, tüm tavrımızla hüzünden bağımsız olmayan bir neşeyi etrafa yansıtmaktan kaçmayarak…

Kısa vadede umudum da yok, işin doğrusu. Belki mevsim sonbahar ondan. Belki savaş var; belki açgözlülük ve fanatizm her yerde muzaffer diye görüyor gözlüklerim. Ülkemde milliyetçiliğin bu denli satması bu yüzden. Sol ya da sağ, kadın ya da erkek, liberal ya da sosyalist, Kürt ya da Türk hiç bir tarafın diğerini dinlemeye bile tahammülünün olmaması… Bu ortamda ses çıkarsan, duyulabilir mi? Yığınların narsisizmini kuvvetlendirecek kümelere girip, çığırtkanlık yapmaktan başka bir şey olmayan bir ahmaklığa batması… Yapılacak olan içe kapanmak mıdır bu durumda? Buradan da negatif bir romantizm çıkarmayacağım. Aman! Sadece alternatif üçüncü sesler çıkarmanın yollarını bulmamız lazım. İnsan olabilmenin, paylaşmanın, dayanışmanın ve, müstehcen kahkahaların değil de sahici olarak gülüşlerin yolları her ne ise onlara yönelmenin… Bu doğrultuda adımlar atarak direnenlere de koca bir şükranla bakmanın. Çünkü iyi emsallere ihtiyacımız var. Hepimizin.

akademi · beyin · bilim · ding an sich · doğa · felsefe · nörobilim · zihin

Beyin yoktur, sandalye de

Beyin yoktur. Bunu söylediğimde fena şaşıranlar var. (Aralarında akademik felsefeciler de var, akademik bilimciler de. Gündelik ideolojiyi olduğu gibi kabul etmeye meyilli bu kafalar, verili Batılı hegemonik kabuller haricinde bir şey söylemeye cüret edersen, bir kaşlarını kaldırmayı çok severler genellikle.)

Nörobilime ilgin var, bu konularda araştırma ve yayınlar yapıyorsun hatta. Bu dediğin laf mı şimdi? Ne demek beyin yok? Beynin tatile mi çıktı senin? Sadece beyin değil, sandalye de yok, masa da yok, atom da yok, elektron da… “Şeyler bizim icadımız.”

Geçen sene bir atölyede katılımcılara sormuştum: “Dünyada üçgen ya da çember var mı sizce?” (Tabii burada dünya dediğim gezegen dünya değil.) Yok dediğimde nerdeyse herkes şaşırmıştı. Yüksek sesle itiraz edenlere, bana “dünyanızda” tanımı gereği iki boyutlu olan bir üçgen gösterin hadi bakalım dedim. İkna olur gibi oldular böyle deyince.

Geçtim “somut” dünyada, sizin duyusal fenomenal dünyanızda dahi bir üçgen yok. Euclid geometrisinde insanlar tarafından tanımlanmış ifadelere bağlı hayali bir “kurgu” üçgen ve diğer matematiksel tanımlar var. Günümüzde ciddi ciddi, doğaya fraktallık atfedenler var. Hatta pek çok Pisagorcu kılığında modern matematikçiler var sağda solda. Yahu fraktal dediğin matematikçiler tarafından tanımlanmış ideal yapılar; bunların hiçbirini ağaçta, dağda, bulut kümelerinde, ekonomik zaman serilerinde bulamazsın. Hiçbiri bizim tanımladığımız matematiksel ideal fraktala birebir uyamazlar. Doğada idealler yoktur. İdealler kafanda (Kafa dediysem sözgelimi). Bizler kurguladığımız matematiksel formüllere döktüğümüz fraktalları kullanarak bahsi geçen doğal fenomenleri modellemekte “kullanırız” sadece. Pek çok kez şahane işe yararlar. Kimi zaman işe yaramazlar, yetersiz kalırlar. Öyle olduğunda, bilimciler söz konusu fenomenleri daha doğruya yakın modelleyebilecek ya da zamana bağımlıysa öngörebilecek farklı kurgular (teoriler, modeller, hipotezler vs.) ortaya atarlar. Fakat bunlar da dünyada yoklar elbette.

Aynı matematiksel aksiyomlar gibi “şeyler” de kullanışlı kurgulardır. Bu ikincisini kabul ettirmek daha bir zor tabii. Çünkü gündelik aklın işleyişine çok daha “aykırı”. Nasıl sandalye olmaz? Nasıl kalem ve defter olmaz? Sandalye dediğin şeyin denk düştüğü her ne ise “bir şey” olamaz. Zira şeyler sadece bir öznellik olduğu sürece mevcutturlar. Özneyi at, artık orada nesnel bir şey de bulamazsın. Bu nedenle Bachelard’dan ödünç almak suretiyle Louis Althusser (ya da bizim ülkede Saffet Murat Tura) sıkça “öznesiz süreç” derken bir acayip yapısalcı fantezi kurmaktadırlar ve bunu bir hakikatmiş gibi sunabilmektedirler. Özneyi çıkarıp akıl yürütmesi yapmak iyidir, güzeldir; tamam. Biz doğa bilimlerinde “metodolojik” olarak tam olarak böyle yaparız ve güzel – işe yarayan neticelere, teorik araçlara varırız. Fakat bir düşünür, en başta yapılan varsayımları sorgulamaksızın, tüm bu nesnel kurguların öznellikle birlikte olmak zorunda olduğu olgusunu görmezden gelip, “öznel” olan yokmuş gibi davranmanın da ötesinde bunu iptal etmeye kalkışırsa en nazik tabirle “kötü” düşünmüş olur. Paranteze almak başka, iptal etmek başka.

Evrensel bir beyin var mı? Misal, biliyoruz ki bir Avusturalya Aborijinin görsel korteksi Batıdaki insanların görsel kortekslerinin büyük çoğunluğundan çok daha kompleks ve hacimlidir. Beyni bir sürü beyinden istatiksel çıkarımla marjinal olanları aykırı kabul edip ayıklayarak normalize ederek, şablon bir evrensel beyin tanımlayıp, nöroanatomiyi kuruyoruz. Nörobilimcilerin icadı olan “normal” şablon beyni bir takım bölgelere ayırıp, bunlara bir takım işlevler atfediyoruz. Fakat bu da bizim bir sürü beyini gözlemleyerek yaptığımız, empirik – istatiksel araştırmaların bir çıktısı… Ve pek çok kez kültürel ve politik Zeitgeist’ın gölgesinde yapılıyor tüm bu normalleştirmeler doğal olarak. Bir yere kadar, beyinlerin işlevlerini anlamada ve zihinsel fenomenlerin yersel nöral korelatlarını bulmamızda işe yarıyorlar. Bu sayede nörocerrahlar daha efektif beyin operasyonları yapabiliyorlar, örneğin. Yine sandalye kurgusu sayesinde marangozlarca üretilen sandalyeler gündelik hayatımızda bize konfor sağlıyor, oldukça işe yarıyorlar.

Demek ki özneden bağımsız nesnel şey’in olmaması ve aslen bir icat olması, onun “kullanışlı” ve işe yarar olabileceği gerçeği ile hiç de çelişmiyor. Özce demek istediğim, bilimsel bilgi (episteme) ve ontolojik olan (olmakta olan) arasındaki indirgenemez uçurumun farkında olmamak, hem gündelik hayatta hem de bilimsel etkinliklerde kendi kurgularımızı gereğinden fazla ciddiye almamıza, kötü felsefe yapmamıza ve bundan çok daha kötüsü dogmatik ve kötü “bilgiler” üretmemize ve naif dogmatik metafizik kurgulara inanmamıza yol açabilir. Bilimsel bilgi sabit ve mutlak değildir; ve bu aslında bilim metodolojisinin en kuvvetli yanıdır: De omnibus dubitandum! Bilimlerin varsayımlarını, zorunlu olarak verili ve genel – geçer kabul etmek çok büyük bir düşünce yanılgısıdır. Evet beyin yok, sandalye de, masa da. Peki Harry Potter var mıdır sizce?

beyin · bilim · ding an sich · doğa · evrim · nörobilim · zihin

Evrimsel uyum hakikati perdelediğinde…

Londra’da enstitüye (Wellcome Trust Centre for Neuroimaging) uğradığım her gün şu gördüğünüz fosforlu ışıklı basit objeyi görüyor ve gözlerime bir türlü inanamıyorum. (Adeta yeniden dirilmiş İsa’yı karşısında gören, ve onun o olduğuna inanmakta zorluk çeken, şüpheci havari Thomas gibi! )

dav

Objenin solu kırmızı ve sağı yeşil fosforlu yapıda; ve her baktığımda sağ yeşil parçanın sol kırmızı parçadan daha uzun olduğunu “sanıyorum”. (Hatta fotoğrafı bile sizin açınızdan yanıltıcı olacak şekilde çekmişim!) Bu sanının yanlış olduğunu görsel algı çalışan bilimcilerin beyanına dayanarak bilsem de; elime bir cetvel alıp ölçtüğümde, aynı boyutlarda olduklarını gösterebilsem de, yine de ertesi gün “beynimi” doğru görmeye ikna edemiyorum. Yanlış görmeye devam ediyorum. Bu tür görsel illüzyonlara literatürde Müller-Lyer illüzyonları deniyor. Bu türün daha meşhur bir örneği de aşağıdaki gibi.

Müller-Lyer_illusion

Görsel illüzyonlar dış gerçeklik hakkındaki “hakikati” çok fena ıskalıyorlar, burası kesin. Buna itiraz edecek dünya üzerinde hiçbir aklı başında insan evladı yok. Peki bilimlerin tanıklık ettiği tonlarca sayılabilecek bu tür “yanlış” duyusal sanılar nereden çıkıyor?

Görsel algımız dünyayı daha iyi kavrayıp, hayatta kalmamızı sağlamıyor muydu? Bu algı sayesinde merdivenlerden düşmüyoruz; bizi avlayacak bir aslan gördüğümüzde ondan kaçabiliyoruz vs. vs. Gerçi, kültürel – şehirli, doğaya yabancılaşmış insanın habitatında bir aslan yok, zavallı aslanlar hayvan bahçelerindeki kurbanlara dönüşmüş. Ama konumuz bu değil. Ankara gibi berbat araba kullanan sürücülerin gazabından da, işte beyninizle ilişkili olduğunu düşündüğünüz görsel algınız ve dikkat kapasiteniz gibi zihinsel yetileriniz sayesinden kurtuluyorsunuz misal. Peki yine soralım: Nerden çıktı evrimsel süreçte bu illüzyonlar, yanlış algılar öyleyse?

Bu yazıyı, geçen senelerde bir Ted konuşmasından itibaren takibe aldığım Donald Hoffman’ın “The Case Against Reality: How Evolution Hid the Truth from Us?” başlıklı şimdi yeni bitirdiğim taze kitabından sonra karalamaya başladım. Kitapta bu ay piyasaya çıktı İngiltere’de; bir çırpıda bitti. Keşke başka işlerimi de bu hızda bitirebilsem. Neyse devam edelim.

Kitabın en önemli ve birincil tezi, FBT (Fitness Beats the Truth) olarak adlandırılıyor. Kısaca, canlının “hakikatin bilgisine sahip olmasının” (dış dünya hakkındaki hakikat) evrimsel uyum açısından bir faydası yok. Tam tersine, hakikate kilitlenmiş canlı bireyler (olası anomaliler) bu nedenle hayatta kalamıyorlar. (Bu tezi destekleyecek pek çok paragrafı özellikle Nietzsche’nin metinlerinden alıp, önünüze getirebilirdim. Hoffman bazı filozoflardan söz etse de, Nietzsche’nin adı kitapta geçmiyor.) Bu yüzden böyle bireyler vardıysa bile, doğa hepsini en baştan elimine etti. Pek çoğunun doğma gibi bir şansı bile olmadı. (Gerçi kadim düşünürlerden biri, en şanslılarımızın, hiç doğmamış olanlarımız olduğunu söylüyordu. Bunları duysa kim bilir nasıl kahkaha atardı.)

İkinci “radikal” tez de buradan neşet ediyor zaten: İlk tezin mantıksal sonucu olarak, bizim algısal mekanizmamız tam bir arayüz (interface) gibi çalışıyor. Yani altta yatan dış gerçeklikten uzak (radikal olarak kopuk), onu bizim hayatta kalmamız ve verimli eşler bulmamızı sağlayan bir arayüz olarak. Tıpkı Windows işletim sisteminiz gibi. Dosyanız, bilgisayarınızın desktop’unda gördüğünüz o mavi karesel ikon hakikatte bir dosya değil; onu çöp kutusu ikonuna taşıdığınızda hakikatte bir “silme” işlemi gerçekleşmiyor. Bu metaforda hakikat, bilgisayardaki elektronik devreler, transistörler, elektriksel akım, voltaj iniş çıkışları var. Eğer Apple şirketinin ürettiği Mac gibi başka bir işletim sistemi kullanıyor olsaydınız, dosya ile ilgili arayüzünüz de değişecekti. Bizim duyusal algılarımız da dış gerçeklikten bu babda kopuk. Hayatta kalmamız bu sayede çünkü. Hoffman bu tezleri oldukça ikna edici ve Evrimsel algoritmalar’la ve oyunlarla itiraz etmesi hiç de kolay olmayan bir düzlemde destekleniyor. (Bu konularda bu ortamda, gerçeklik ve bize görünen arasındaki farka dair, şurada şöyle birşeyler önceleri karalamıştım.)

Hoffman’ın canlılar aleminde algısal illüzyon olarak sıklıkla değindiği; benim de bazı derslerimde öğrencilere anlattığım ilginç bir örnekten söz edeyim: Avustralya’daki dişileri büyük, erkekleri ise küçük ve uçabilen tipte olan mücevher böcekleri (jewel bugs)…

Bu böceklerin soylarının 80’li yıllarda nedense tükenmeye yüz tuttuğu anlaşılıyor. Sebebini anlamak için bir takım biyologlar işe koyuluyorlar. Olay araştırıldığında, meselenin o esnada piyasaya çıkan bir bira şişesinin dizaynının farklılığından olduğu; uçabilen erkek böceklerin görsel olarak parlak, kahverengi ve bombeli niteliklere haiz mümkün olduğunca büyük dişiler aradıklarından; kocaman bira şişelerini döllemeye çalıştıklarından, haliyle döllerin meyve vermemesinden, üremenin bitmesiyle soyun tükenme tehdidi altına girmesinden kaynaklandığı anlaşılıyor… Aşağıdaki fotoğrafta şişeyi döllemeye çalışan erkek böceklerin dramasını görüyorsunuz. Ya da döllenemeyen dişilerin ya da şişenin… Dramayı kimlere atfedeceğiniz sizin hüsnü zannınıza kalmış.

jewel_bugs

Böcekler aldanırken, aslen evrimsel oyunun kurallarına uygun olarak davranıyorlar “gerçekliği kavrayışlarında”… (Böyle acayip şişelerle karşılaşacaklarını tabii ki öngöremeksizin!) Onların karşı cinste kodladıkları enformasyonu birebir karşılamakla kalmayıp, “normal ötesi” bir fitness barındıran şişelere gidişleri bundan… Fakat sonunda şişe doğal olarak bir yavru vermediğinden, evrimsel adaptasyonu tersine gidiyor ve hayat oyununun dışında kalıyorlar. İşte esaslı “illüzyon” bu. Hoffman’ın teorisine göre zaten “dişi böcek”e dair erkek böceğin arayüzü olan uzay-zamana ait maddi nitelikler de esas olarak, onlar algılamadığı sürece yok. Kafanız karıştı mı? Eski meşhur bir psikoposun ağzından Latincesini üfürsem, Esse est percipi, desem anlar mıydınız peki?

Algılananın içeriğinin esas hedefi böceğin hakikati görmesi değil, maksimum çoğalma imkanı verebilecek eşler… Hoffman’ın evrimsel yanılgılara satır arasında verdiği muzip örneklerden biri de Alaska’da metal geyik heykelleriyle çiftleşmeye çalışan geyikler… Bizler, şu postmodern zamanlarda Homo Sapiens türü olarak, davranışlarımızda mücevher böceklerinden ve Alaska geyiklerinden ne denli farklıyız, düşünmeye değer.

Eğer dış gerçekliğin hakikati, uzay-zamanla ve onun nesnelerinden tamamen farklı ise; bu durumda onun hakikatine erişme şansımız var mı? Hoffman, doğal olarak “matematik”i canlı türlerin ve tabii onların bir üyesi olarak bizlerin yanılsamalarından ayrı tutmak durumunda kalacak. Ölçümü de elimizden aldığımızda, “bilim”e ve bilebilmeye dair hiç bir olanak kalmıyor zira; ve yine bahsi geçen evrimsel algoritmaların çıktısının da hiçbir anlamı kalmamış oluyor. Bu da modern felsefede John Locke’un öne sürdüğü, ve o dönemdeki epistemolojide gezinen pek çok filozofta, bilhassa Descartes’da ve Kant’ta merkezi önemde dile getirilmiş, birincil (primer) ve ikincil (sekunder) nitelikler ayrımını yeniden anımsamamızı gerektiriyor. Birincil nitelik dediğimiz; nesnenin özneden bağımsız “ölçülebilir”, nicelendirilebilir nitelikleri: elmanın şekli, hacmi, kütlesi gibi. İkincil niteliklere ise özneye bağlı niteliklerin tamamı: elmanın kırmızılığı ya da tadı gibi.

Uzay-zamanı, nedenselliği, onlara oturan ayrık maddi nesneleri (tabii ki bu seriye nörobilimcilerin fetişi olan beyinler dahil edebiliriz) varlığın esası olmadığını düşünmek, sağduyu’ya uygun düşünen biri için çılgınca gelebilir. (Gerçi pek “sağlıklı” transandantal idealist filozofumuz Immanuel Kant zaten kategorilerinde tüm bunları zihne bağlı kılıyor; bizatihi nesnel gerçekliğin temas edilemez başkalığını Ding an sich mefhumu olarak kendi sisteminde ayrıntılı olarak teorize ediyordu.) Ama bugünlerde pek çok fizikçinin de uzay-zamanın reddi noktalarına gelmiş olmasını bu denilenlerin yerine ayrıca yanına koymak gerek. Teorik bir fizikçinin kullandığı terimleri dinlediğinizde, zaten pek çok “çılgın”, gündelik akla aykırı gelen laflarla karşılaşacaksınız. Bunu da sağduyunuzunu şekillendiren evrimsel sürece bağlamak zor olmasa gerek. Doğanın milyonlarca yıl boyunca genetiğinizi şekillendirirken bu konulara dalacağınızı bilmesinin bi yolu yoktu değil mi? (Kulakları çınlasın, çok sevgili bir biyolog hocamız olan Münire Özlem Çevik’in derme çatma giden evrimi, laz müteahhite benzetmesi geliyor aklıma şimdi.)

Başka bir ilginç mevzuu, Hoffman’ın mantık yürütümü, bilim dünyasınca hemen herkesçe kabul gören Darwin’in Evrim Teorisi’ne dayansa da; son adımda aslında “evrimsel oyunun”  arayüzün kurallarına dahil olduğunu, mutlak olmadığını söylemesi… Bir nevi bindiği merdivenle yukarı çıktıktan sonra onu tekmeleyip, devirmesi. Bunun da son kertede akıllıca bir müdahale olduğunu düşünüyorum.

Hoffman’ın fikirlerinin bilim ortodoksisinin engellemelerine rağmen şimdi o denli olmasa da yakın zamanda bir hayli ciddiye alınacağını düşünüyorum. Kitap hakkında konuşulacak daha bir yığın şey var. Ama nihayetinde buraya kadar gelebilmişseniz eğer, okuduğunuz, bahsettiğim enstitüdeki ofiste “çalışmaktan kaçmak” için girişilmiş bir blog yazısı.

Şimdilik sadece aklıma düşen ilke elden cevaplaması öyle kolay olmayan soruları da dizeyim: Hakikati aramak, evrimsel oyunda güdük kalmak pahasına etik olan mıdır? Yoksa bu boş yere rüzgârı mı kovalamaktır? Etik de olsa edim, hayatta kalmakla mümkün olabileceğine göre, bu bize çok ilginç gri bir bölgede akıl yürütme şansı veriyor. Öyleyse, buradan nasıl bir etik – politik yola çıkabiliriz? Evrimsel oyun sonucunda kompleksleşen bilincin gittiği bir yer, bir teleolojisi, bir ereği var mıdır? Yoksa yine kendi başımıza açtığımız Hakikat adında bir ilüzyon içinde debelenip duruyoruz?

Hiç de sevmediğim hoca damarım tuttu. Fakat bunu kendi çöplüğümde söylememin bir mahzuru olamaz: Alın size, ev ödevi.

felsefe · Tolstoy · Wittgenstein

Wittgenstein’ın derdi

Şeyh Bedreddin, Varidat’da sarfediyor şu cümleyi: “Gerçeği arayan kişi hastayı andırır, onun dilediği olgunluklar da sağlık, esenlik gibidir.” Wittgenstein için “felsefe” hem hastalık hem de şifa demekti. Tractatus’u hep bir mantık kitabı sandım. Ama sondaki tümcelerde beklenmedik şaşırmalar yaşadım tabii. O kadar dünya de, önerme de, olgu de, şeylerden bahset… Sonra tüm bu söylenenleri anladıktan sonra bir merdivenle yukarı çıktın demektir; artık ihtiyacının olmadığı o gereksiz merdiveni çöpe atabilirsin diyerek bitir. Bununla da kalmayıp son meşhur sözle iyice kafamızı karıştır: “Konuşulamayan yerde sessiz kalınmalıdır.” 20. yy’a damga vurmuş incecik ve hayatında yayımladığı tek kitabının finalinde dedikleriyle topu kendi adıma tahmin edemeyeceğim bambaşka bir yere atıyordu. Ama nereye? Bu dediklerime değil asıl diyemediklerime bakın diyordu, öz olarak. Konuşamadıklarına. Konuşulamayacak olana.

Russell, onu hem karizmasıyla hem de dehasıyla kendisini alt ettiğini en baştan anladığı genç öğrencisi intihar eder diye endişe duyuyordu diye hatırlıyorum. Hocasının odasında gelip, bir aşağı bir yukarı yürüyen genç bir adam… “Neden yürüyorsun? Mantığın problemlerini mi düşünüyorsun, yoksa günahlarını mı?” İkisini de, diye cevaplamıştı Wittgenstein. Öğrencisinin olası intihar korkusunda haklıydı Russell, yanlış hatırlamıyorsam 2 kardeşi de intihar etmişti.

O ise daha başka bir yol seçti. Her şeyi, tüm servetini bırakıp, büyük dünya harbinde Avusturya adına ön saflarda savaşmaya gitti. Ölmeyince, pek çok kaba saba iş denedi. Bunlar için de en bilinenlerinden biri bir dağ köyünde yıllarca öğretmenlik yapması… Tractatus’u savaş sırasında yazarken, ta ki 1930’lara kadar felsefeyle hiç iştigal etmedi Wittgenstein. Savaş sırasında Tolstoy’un içinden mucizleri ve batıl inançları ayıkladığı gospellerini cebinde taşıması tesadüf olmamalı… Tolstoy’un imanındaki yalnızlığını derinden duyumsuyor olmalıydı. Kilisenin aforoz ettiği, karısının ya da onlardan öğrenmek için inat ettiği köylülerin, serflerin de hiç anlayamayacağı… ama uzaklara gideceği bir trene binecekken karın kışın ortasında ölüme yolculuk eden bu diğer dehanın, cenazesine Rusya’nın dört bir yanından büyük kalabalıklar dolacaktı. Lenin gibi adamlar elbette düşmanın bir tokadına diğer yanağını dönen şiddet karşıtı, sevgi yüceltisi Tolstoy’a kızacaklardı. Tolstoy her cephede, sağda ve solda, yalnız bir adamdır.

İtiraflarında kabul etmişti Tolstoy; bu dünyanın faniliğini bir kez kavrayınca insan, güçlü ise intihar ederdi. Ama zayıf bir karakterde ise, aynı kendisi gibi, yaşama devam etmek zorundaydı. Tabii “iman” ettiği bir Tanrı yok ise. Sanırım Gazali’nin bir metninden aldığı bir söylenceyi anlatıyordu insanın bu trajik durumunu anlatabilmek için. Korkunç bir yabani hayvandan kaçarken uçurumda bir ağaç dalına tutunmuş insan… O dalı da beyaz ve siyah iki fare kemirmektedirler ve o insan kaderini yani eni sonu, çok yakında uçurumdan aşağı düşeceğini ve aşağıda onu bekleyen ejdere yem olacağını bilmektedir. Yan tarafta ise diğer elini uzatabileceği bir tutam bal vardır. Bu hâli kavrayamayan insanlar ise kısaca cahildi ya da o bir kaşık baldan medet uman hedonistlerdi. Ama uçurumdan kaçış, cahil ya da deha, hiç kimse için mümkün değildi. Tam orada eşitleniyorduk.

IMG_20190725_235238.jpg

Wittgenstein, Cambridge’e geri döndüğünde felsefenin bir doktrinler ya da önermeler ya da çözümler, açıklamalar, teoriler toplamı olmadığını savunuyordu. Felsefe ancak bir etkinlik olabilirdi, nerdeyse Freudian psikanaliz gibi bize bakışımınızı değiştirecek, başka perspektifler ya da kullanışlı çerçeveler verebilecek törepatik, sağaltıcı bir etkinlik… En yüksek epistemik konuma “bilim”i koyan Russell, onun artık delirdiğini düşünüyor olmalıydı. Ya da eski parlak öğrencisi Wittgenstein düşünce tembelliğinden dolayı buralara savrulmuştu. Çünkü artık öğrencilerine dikte ettirdiği metinlerde, hiç de “sistematik” teorilere, açıklamalara girişmiyordu, Wittgenstein. Modern bilime nanik yaptığını bile açık açık söylüyordu işte… Bilimcilerin işi “inşaa” etmekti; o ise söyleyemediklerinin ardından gitti. Kimsenin onu anlamadığını düşünerek, pek çok büyük filozof gibi.

Ölmeden önce doktorun eşine sarf ettiği son sözünün, “Onlara muhteşem bir hayatı yaşadığımı söyleyin” olduğu söyleniyor. Eskiden bu huysuz kibirli zengin çocuğu dâhinin, ölürken bile narsisizmden kurtulamadığından bunları söylediğini düşünürdüm. Şimdiler de anlıyorum ki, biz de onun gibi konuşulamayan sessizlikleri, inatla ve cahil kalabalıklara ve kendini akıllı sanan mekanist akademik kariyeristlere, güç peşindeki çok bilmiş papazlara ve topuna birden aldırış etmeksizin kovaladığımız sürece kelimenin tam anlamıyla muhteşem hayatlar yaşıyor olacağız.

eleştiri · yeni · şimdiki zaman

İlerlemecinin kibri ya da çöküş

Sıklıkla “gelişim”in bizatihi “iyi” bir şey olarak farz edildiğini duyuyorum çevremde. Büyüme, refah, verimlilik, ilerleme, çoğalma, artma, kalkınma gibi sözcükler de benzer bir şekilde olumlu babda kullanılıyor. Tersi ise, hem de devrimcilik adına, hiç düşünülmeden “gericilik” denilerek lanetleniyor. Peki bir saat ileriyi gösteriyorsa, onu geri almak “gericilik” midir gerçekten?

Gelişme, ilerleme ve çoğalmanın modern kapitalizmden kaynaklı olarak dimağlarımızda edindiği yer aşikar… Boşuna tembelliğin aristokratik tipi olarak resmedilmiş, iyi huylu ancak atalet içinde gelişime direnen Oblomov söz konusu aynı isimli romanın sonunda ölmemiştir. Gelişimin önünde direnirsen, yok olur gidersin. İyi niyetli, aptal ve müzmin bir loser olarak lanetlenmiştir Oblomov. Arkadaşı yenilikçi Stolz ise romanın baş hatunu güzel Olga’nın gönlünü kazanır. Ya da çocukluğumuzda en iyi bildiğimiz fabllarda keyif içinde çalışmayan ağustos böcekleri kötü örnekler olarak boşuna resmedilmemiştir. Ya da kurnaz tilkiler göklere çıkarılırken, ağzındaki peyniri ona kaptıran “idiot” kargalar boşuna lanetlenmemiştir… Bütün bu öykülerde her şeyin ölçüp, biçildiği, hesaplandığı batılı modern çağın faziletleri olarak anlatılır; ve modern zihin bunu öylece kabul etmeye hazırdır. Öyle ya, şimdi “internet” denen şey sayesinde öyle bir geliştik ki, dünyanın her yanına ulaşabiliyor, bulunduğumuz yerden diyelim Çin’deki biriyle haberleşebiliyoruz. Zamanı ve mekanı, tekniğin gelişimi sayesinde ulaşım araçlarıyla kat ediyor, onu küçültüyoruz. Bunlara kalırsak bir de beyinlerimizi bilgisayarlara upload edip, Gılgamış’tan beri insanlık fantezisi olarak “ölümsüzlüğe” bile erişebileceğiz (!). Bence korkutucu olsa da bazılarının cidden inandığı (post)modern çağın akıl almaz bir masalı daha…

Olan biten her şey, teknik gelişimin eliyle, aklımızı başımızdan alacak kadar baş döndürücü değil mi? Fakat arada biz de ruhsal ufalıyor olamaz mıyız? Michelangelo Antonioni’nin bir filminde (Beyond the clouds) bahsi geçen hikâyede bir yerlinin beyaz adama ettiği şu sözü hatırlayarak diyorum bunu: “O kadar hızlı gidiyorsunuz ki, ruhlarınız geride kalıyor

Gelişmekte harika beceriler gösteren kötü huylu kanser tümörleri var bir de. Kontrolsüz olduğu kadar estetik bir gelişimle, saldığı kimyasallarla hücrelerin kan ve oksijenden beslenir; kritik metastaz aşamasıyla birlikte kanın akışına karışarak vücudun diğer organlarına yayılır. Tümör yayılımının estetikliği karmaşık bir matematiksel denklemi izlemesinden ileri gelir. Sonra da bir tüm vücudu iflas ettirerek mutlak zafere erişir. Gelişimse gelişim, güçse güç, çoğalmaysa çoğalma; ilerlemecinin kullandığı tüm kavramlar kötü huylu tümör için birebir gibidir.

Bu düzen, hükmü altındaki kalabalıklara çoğalmayı emrederken, kodsal yapısı gereği aynı zamanda içeriği boşa çıkarıyor. Bu yüzden ölçmek, biçmek, hesaplamak sonunda akıl almaz verimlilikte bir gelişime hizmet ediyor. Ne var ki virtüel rakamsal çoğalma, reel içeriksel boşlukla birlikte geliyor. Yaklaşmakta olan çöküş de böyle bir arogansın, aptalca bir kibrin ürünü oluyor. Tanrının yerini almakla övünen arogant, yaptıklarıyla övünürken, tüm zaman – mekana yayılıp, onun herhangi bir koordinatına ulaşabilirken, yapayalnız olmaktan şikayet ediveriyor. Sıkılıyor. Sıkıldıkça sapıtıyor.

İngilizce’ye bile can sıkılması (boredom) sözcüğü 19. yy’ın ortalarından itibaren gelmiş. Zamanla ilgili kavramlar (Örneğin, “vakit nakittir” ya da “time flies” gibi) da tahmin edilebileceği gibi fabrikalarda kartlı sistem uygulamaları ile batı dillerine girmeye başlıyor.

Romantiklerin öncülü sayılabilecek Jean-Jacques Rousseau, söylendiğine göre, neden 1750’de saatini bir kenara atıp fırlattıktan sonra, “Çok şükür, artık zamanın ne olduğunu bilmek zorunda değilim” demiş olabilir?

ironi · kurmaca

Harbiden paradoksal kıssalar

(i)

yağmur dindiği hâlde, temkini abarttığından olacak, şemsiyesini açık bırakarak dolaşan adamın hikâyesidir.

etrafındaki alaycı bakışlara aldırmaz ama sonunda akıl eder de, şemsiyesini kapar. işte tam o anda fırtına kopar, aniden gökten bir kova su boşalır üzerine.

(ii)

her harfi muntazam yazan tertipli olduğu kadar dikkatli, mükemmeliyetçi yazarın hikâyesidir.

öyle ki yanında hep taşıdığı silgisini bir gün bile kullanmak ihtiyacı duymamıştır, silgiyi hiç eskitmemiştir.

bir gün silgisini kaybeder. ve tam o gün çarpık çurpuk, hatalarla dolu yazmaya başlar. hatalarını silmek için eli istemsiz cebine gider. silginin kaybolduğunu hatırlar.

silgi aslında silmediği sürece, onun yanlışlarını silmeksizin engelleyegelmiştir, diye düşünür.

(iii)

kendisine alınan uzaktan kumandalı arabayı kullanmaya kıyamayan, onu arada odasından getirip bir masada izlemekle yetinen küçük çocuğun hikâyesidir.

bir gün komşunun çocuğuna gösterir arabasını, gururla. söz konusu komşunun çocuğu yanlışlıkla kumandanın düğmesine dokununca, araba masadan hızla aşağıya uçar ve bir tekeri dingilden çıkıp fırlar.

kumanda düğmesine tüm gücüyle bassa da tekerleği eksik araba artık gidememektedir.

eh, araba önceden de gitmiyordu. öyleyse bu vahim olaya üzülmek boşuna değil midir? çocuk bunun farkına varana kadar aradan yıllar yıllar geçecektir.