beyin · bilim · felsefe · nörobilim · zihin

Gece, kara kedi ve bilinç

dark_cat_night

Londra Karl Marx yürüyüşü sırasında rehberimiz, eskiden Doğu bloku ülkelerinde anlatılan bir şakadan bahsetmişti. Felsefe, karanlık bir gecede karanlık bir odada kara bir kedi aramaktır. Doğu Alman şakası şöyle devam etmektedir: Diyalektik ise odada böyle bir kara kedi olmadığı hâlde, “buldum!” demektir. Aynı şakada, “bilimler” ise, bir fener alıp, karanlık odayı aydınlatarak o hınzır kediyi aramak olarak nitelendirilir.

Fakat ya odada bir kedi yoksa? Bilişsel nörobilimci eline bir fener almış, diyelim fMRI ile dilimlenmiş işlevsel “beyin imgeleri”ne bakıyor. Dev bir mıknatısla tuttuğu ışık kendi gözlerini de kamaştırıyor. Nöral korelatlar belli ki kediye dair; en azından onu andıran bir şeyler var, güzel. Ama aradığı kedinin ta kendisi, “bilinçlilik” ya orada, o odada değilse?

Ya odada aradığı, “tamam dur, az kaldı, bulacağım” dediği aslında bir kedi “gölgesinden” ibaretse… Bilişsel nörobilimci ısrarla kendi “zihnine” bakmayı, bilincinin müphemliğinde kaybolmayı reddetmektedir; muhtemel fenomenalizm alerjisinin altında yatan budur. Garip, değil mi? O, karanlık odada yürüyen kendinin de aslında bir bilinç sahibi olduğunu ısrarla unutmak istemektedir. Eğer hepimiz bir zombiymiş gibi davranırsak, bilinç probleminden de kurtulurduk, değil mi?

Başka bir tavra göre (eliminasyonculuk), madem odada kedi yok; o zaman kedi bir illüzyon olmalıdır. Sıkıntı şurada, “kedi” yani bilinçlilik hâli olmadan birinin karanlık bir odada bir şeyler araması pek olası ya da anlamlı değil. Böylesi bir kedisizlik varsayımı beraberinde kedi fantomunu yanında taşıyacak, onu tekinsizce bilişsel nörobilimciye hatırlatacak. Onu etraftan silmeye çalıştıkça, o bir hayalet gibi takip edecek, peşini hiç bırakmayacak.

Gördüğü esrarengiz oda, tuttuğu fener, düşlediği kedi; bunların hepsi onun bilincinin eseridir. Paradoksa bakın ki; bilinç, kendi kurduğu tiyatroda bilinci aramaktadır. Bunu yaparken de bu gerçeği paranteze almak zorunda. Bu biraz diyelim Shakespeare adlı esrarengiz tipin kaleme aldığı Richard III adlı tiyatro oyununu A zamanında, B mekanında ve C koşullarında (oyuncular, dil, adaptasyon, ışık, dekor vs.) sergilenmiş hâlini izleyerek, sahnede gözlemlediklerinden dış dünyanın ne’liğini ortaya koymaya çalışan çok bilmiş bir izleyici gibi… Sadece sahnedeki karakterlerin rollerine (nöral etkinliklere) ve oyunun dinamiğine bakarak, yapacak bunu. İyi de, şimdi orada rolü gereği sinsice cinayetler işleyen, bu hırslı kambur karakter; oyun sonlanıp perde kapandığında, “gerçek” hayata dönüp yorgun argın evine gidecek. Ya da oyun başarısız olup, alkış alamadığından oflayıp puflayarak perde arkasında belki başını öne eğecek. Dünya oyununu, bir tiyatro oyunundan çıkarmak olanaklı mıdır?

Kabul. Bu noktada analojileri abartmış olabilirim. Ama izninizle artık bu kısa yazıyı şu pek sevdiğim Alman lafıyla sonlandırmak isterim: In der Nacht sind alle Katzen grau... Geceleyin, tüm kediler gri ve bulanıktır.

akademi · beyin · bilim · ding an sich · doğa · felsefe · nörobilim · zihin

Beyin yoktur, sandalye de

Beyin yoktur. Bunu söylediğimde fena şaşıranlar var. (Aralarında akademik felsefeciler de var, akademik bilimciler de. Gündelik ideolojiyi olduğu gibi kabul etmeye meyilli bu kafalar, verili Batılı hegemonik kabuller haricinde bir şey söylemeye cüret edersen, bir kaşlarını kaldırmayı çok severler genellikle.)

Nörobilime ilgin var, bu konularda araştırma ve yayınlar yapıyorsun hatta. Bu dediğin laf mı şimdi? Ne demek beyin yok? Beynin tatile mi çıktı senin? Sadece beyin değil, sandalye de yok, masa da yok, atom da yok, elektron da… “Şeyler bizim icadımız.”

Geçen sene bir atölyede katılımcılara sormuştum: “Dünyada üçgen ya da çember var mı sizce?” (Tabii burada dünya dediğim gezegen dünya değil.) Yok dediğimde nerdeyse herkes şaşırmıştı. Yüksek sesle itiraz edenlere, bana “dünyanızda” tanımı gereği iki boyutlu olan bir üçgen gösterin hadi bakalım dedim. İkna olur gibi oldular böyle deyince.

Geçtim “somut” dünyada, sizin duyusal fenomenal dünyanızda dahi bir üçgen yok. Euclid geometrisinde insanlar tarafından tanımlanmış ifadelere bağlı hayali bir “kurgu” üçgen ve diğer matematiksel tanımlar var. Günümüzde ciddi ciddi, doğaya fraktallık atfedenler var. Hatta pek çok Pisagorcu kılığında modern matematikçiler var sağda solda. Yahu fraktal dediğin matematikçiler tarafından tanımlanmış ideal yapılar; bunların hiçbirini ağaçta, dağda, bulut kümelerinde, ekonomik zaman serilerinde bulamazsın. Hiçbiri bizim tanımladığımız matematiksel ideal fraktala birebir uyamazlar. Doğada idealler yoktur. İdealler kafanda (Kafa dediysem sözgelimi). Bizler kurguladığımız matematiksel formüllere döktüğümüz fraktalları kullanarak bahsi geçen doğal fenomenleri modellemekte “kullanırız” sadece. Pek çok kez şahane işe yararlar. Kimi zaman işe yaramazlar, yetersiz kalırlar. Öyle olduğunda, bilimciler söz konusu fenomenleri daha doğruya yakın modelleyebilecek ya da zamana bağımlıysa öngörebilecek farklı kurgular (teoriler, modeller, hipotezler vs.) ortaya atarlar. Fakat bunlar da dünyada yoklar elbette.

Aynı matematiksel aksiyomlar gibi “şeyler” de kullanışlı kurgulardır. Bu ikincisini kabul ettirmek daha bir zor tabii. Çünkü gündelik aklın işleyişine çok daha “aykırı”. Nasıl sandalye olmaz? Nasıl kalem ve defter olmaz? Sandalye dediğin şeyin denk düştüğü her ne ise “bir şey” olamaz. Zira şeyler sadece bir öznellik olduğu sürece mevcutturlar. Özneyi at, artık orada nesnel bir şey de bulamazsın. Bu nedenle Bachelard’dan ödünç almak suretiyle Louis Althusser (ya da bizim ülkede Saffet Murat Tura) sıkça “öznesiz süreç” derken bir acayip yapısalcı fantezi kurmaktadırlar ve bunu bir hakikatmiş gibi sunabilmektedirler. Özneyi çıkarıp akıl yürütmesi yapmak iyidir, güzeldir; tamam. Biz doğa bilimlerinde “metodolojik” olarak tam olarak böyle yaparız ve güzel – işe yarayan neticelere, teorik araçlara varırız. Fakat bir düşünür, en başta yapılan varsayımları sorgulamaksızın, tüm bu nesnel kurguların öznellikle birlikte olmak zorunda olduğu olgusunu görmezden gelip, “öznel” olan yokmuş gibi davranmanın da ötesinde bunu iptal etmeye kalkışırsa en nazik tabirle “kötü” düşünmüş olur. Paranteze almak başka, iptal etmek başka.

Evrensel bir beyin var mı? Misal, biliyoruz ki bir Avusturalya Aborijinin görsel korteksi Batıdaki insanların görsel kortekslerinin büyük çoğunluğundan çok daha kompleks ve hacimlidir. Beyni bir sürü beyinden istatiksel çıkarımla marjinal olanları aykırı kabul edip ayıklayarak normalize ederek, şablon bir evrensel beyin tanımlayıp, nöroanatomiyi kuruyoruz. Nörobilimcilerin icadı olan “normal” şablon beyni bir takım bölgelere ayırıp, bunlara bir takım işlevler atfediyoruz. Fakat bu da bizim bir sürü beyini gözlemleyerek yaptığımız, empirik – istatiksel araştırmaların bir çıktısı… Ve pek çok kez kültürel ve politik Zeitgeist’ın gölgesinde yapılıyor tüm bu normalleştirmeler doğal olarak. Bir yere kadar, beyinlerin işlevlerini anlamada ve zihinsel fenomenlerin yersel nöral korelatlarını bulmamızda işe yarıyorlar. Bu sayede nörocerrahlar daha efektif beyin operasyonları yapabiliyorlar, örneğin. Yine sandalye kurgusu sayesinde marangozlarca üretilen sandalyeler gündelik hayatımızda bize konfor sağlıyor, oldukça işe yarıyorlar.

Demek ki özneden bağımsız nesnel şey’in olmaması ve aslen bir icat olması, onun “kullanışlı” ve işe yarar olabileceği gerçeği ile hiç de çelişmiyor. Özce demek istediğim, bilimsel bilgi (episteme) ve ontolojik olan (olmakta olan) arasındaki indirgenemez uçurumun farkında olmamak, hem gündelik hayatta hem de bilimsel etkinliklerde kendi kurgularımızı gereğinden fazla ciddiye almamıza, kötü felsefe yapmamıza ve bundan çok daha kötüsü dogmatik ve kötü “bilgiler” üretmemize ve naif dogmatik metafizik kurgulara inanmamıza yol açabilir. Bilimsel bilgi sabit ve mutlak değildir; ve bu aslında bilim metodolojisinin en kuvvetli yanıdır: De omnibus dubitandum! Bilimlerin varsayımlarını, zorunlu olarak verili ve genel – geçer kabul etmek çok büyük bir düşünce yanılgısıdır. Evet beyin yok, sandalye de, masa da. Peki Harry Potter var mıdır sizce?

felsefe · Tolstoy · Wittgenstein

Wittgenstein’ın derdi

Şeyh Bedreddin, Varidat’da sarfediyor şu cümleyi: “Gerçeği arayan kişi hastayı andırır, onun dilediği olgunluklar da sağlık, esenlik gibidir.” Wittgenstein için “felsefe” hem hastalık hem de şifa demekti. Tractatus’u hep bir mantık kitabı sandım. Ama sondaki tümcelerde beklenmedik şaşırmalar yaşadım tabii. O kadar dünya de, önerme de, olgu de, şeylerden bahset… Sonra tüm bu söylenenleri anladıktan sonra bir merdivenle yukarı çıktın demektir; artık ihtiyacının olmadığı o gereksiz merdiveni çöpe atabilirsin diyerek bitir. Bununla da kalmayıp son meşhur sözle iyice kafamızı karıştır: “Konuşulamayan yerde sessiz kalınmalıdır.” 20. yy’a damga vurmuş incecik ve hayatında yayımladığı tek kitabının finalinde dedikleriyle topu kendi adıma tahmin edemeyeceğim bambaşka bir yere atıyordu. Ama nereye? Bu dediklerime değil asıl diyemediklerime bakın diyordu, öz olarak. Konuşamadıklarına. Konuşulamayacak olana.

Russell, onu hem karizmasıyla hem de dehasıyla kendisini alt ettiğini en baştan anladığı genç öğrencisi intihar eder diye endişe duyuyordu diye hatırlıyorum. Hocasının odasında gelip, bir aşağı bir yukarı yürüyen genç bir adam… “Neden yürüyorsun? Mantığın problemlerini mi düşünüyorsun, yoksa günahlarını mı?” İkisini de, diye cevaplamıştı Wittgenstein. Öğrencisinin olası intihar korkusunda haklıydı Russell, yanlış hatırlamıyorsam 2 kardeşi de intihar etmişti.

O ise daha başka bir yol seçti. Her şeyi, tüm servetini bırakıp, büyük dünya harbinde Avusturya adına ön saflarda savaşmaya gitti. Ölmeyince, pek çok kaba saba iş denedi. Bunlar için de en bilinenlerinden biri bir dağ köyünde yıllarca öğretmenlik yapması… Tractatus’u savaş sırasında yazarken, ta ki 1930’lara kadar felsefeyle hiç iştigal etmedi Wittgenstein. Savaş sırasında Tolstoy’un içinden mucizleri ve batıl inançları ayıkladığı gospellerini cebinde taşıması tesadüf olmamalı… Tolstoy’un imanındaki yalnızlığını derinden duyumsuyor olmalıydı. Kilisenin aforoz ettiği, karısının ya da onlardan öğrenmek için inat ettiği köylülerin, serflerin de hiç anlayamayacağı… ama uzaklara gideceği bir trene binecekken karın kışın ortasında ölüme yolculuk eden bu diğer dehanın, cenazesine Rusya’nın dört bir yanından büyük kalabalıklar dolacaktı. Lenin gibi adamlar elbette düşmanın bir tokadına diğer yanağını dönen şiddet karşıtı, sevgi yüceltisi Tolstoy’a kızacaklardı. Tolstoy her cephede, sağda ve solda, yalnız bir adamdır.

İtiraflarında kabul etmişti Tolstoy; bu dünyanın faniliğini bir kez kavrayınca insan, güçlü ise intihar ederdi. Ama zayıf bir karakterde ise, aynı kendisi gibi, yaşama devam etmek zorundaydı. Tabii “iman” ettiği bir Tanrı yok ise. Sanırım Gazali’nin bir metninden aldığı bir söylenceyi anlatıyordu insanın bu trajik durumunu anlatabilmek için. Korkunç bir yabani hayvandan kaçarken uçurumda bir ağaç dalına tutunmuş insan… O dalı da beyaz ve siyah iki fare kemirmektedirler ve o insan kaderini yani eni sonu, çok yakında uçurumdan aşağı düşeceğini ve aşağıda onu bekleyen ejdere yem olacağını bilmektedir. Yan tarafta ise diğer elini uzatabileceği bir tutam bal vardır. Bu hâli kavrayamayan insanlar ise kısaca cahildi ya da o bir kaşık baldan medet uman hedonistlerdi. Ama uçurumdan kaçış, cahil ya da deha, hiç kimse için mümkün değildi. Tam orada eşitleniyorduk.

IMG_20190725_235238.jpg

Wittgenstein, Cambridge’e geri döndüğünde felsefenin bir doktrinler ya da önermeler ya da çözümler, açıklamalar, teoriler toplamı olmadığını savunuyordu. Felsefe ancak bir etkinlik olabilirdi, nerdeyse Freudian psikanaliz gibi bize bakışımınızı değiştirecek, başka perspektifler ya da kullanışlı çerçeveler verebilecek törepatik, sağaltıcı bir etkinlik… En yüksek epistemik konuma “bilim”i koyan Russell, onun artık delirdiğini düşünüyor olmalıydı. Ya da eski parlak öğrencisi Wittgenstein düşünce tembelliğinden dolayı buralara savrulmuştu. Çünkü artık öğrencilerine dikte ettirdiği metinlerde, hiç de “sistematik” teorilere, açıklamalara girişmiyordu, Wittgenstein. Modern bilime nanik yaptığını bile açık açık söylüyordu işte… Bilimcilerin işi “inşaa” etmekti; o ise söyleyemediklerinin ardından gitti. Kimsenin onu anlamadığını düşünerek, pek çok büyük filozof gibi.

Ölmeden önce doktorun eşine sarf ettiği son sözünün, “Onlara muhteşem bir hayatı yaşadığımı söyleyin” olduğu söyleniyor. Eskiden bu huysuz kibirli zengin çocuğu dâhinin, ölürken bile narsisizmden kurtulamadığından bunları söylediğini düşünürdüm. Şimdiler de anlıyorum ki, biz de onun gibi konuşulamayan sessizlikleri, inatla ve cahil kalabalıklara ve kendini akıllı sanan mekanist akademik kariyeristlere, güç peşindeki çok bilmiş papazlara ve topuna birden aldırış etmeksizin kovaladığımız sürece kelimenin tam anlamıyla muhteşem hayatlar yaşıyor olacağız.

beyin · bilim · felsefe · Hume · Olasılık · zihin

Nedensellik üzerine I (Konuşma notları)

Sonradan gelen edit: Söz konusu konuşma buradan görülebilir.

İlk olarak en önemli iki temel soruyu soralım “nedensellik” mevzuuyla ilgili:

1) Nedensellik, doğaya mı zihne mi içkin?

2) Nedensellik determinist mi yoksa stokastik bir dünyada mı anlamlı? (Buradan dünyadan kastım gezegen dünya değil tabii.)

Hemen “taraflı” kendi yanıtlarımı en önceden vereyim:

1) Nedensellik diye bir şey doğada yok; o bizim “zihinlerimizin” bir ürünü, spesifik olarak anlamanın, daha da spesifik olarak öngörünün. (Sadece bizim türümüzün değil, mesela Schopenhauer’e göre hayvanlar için de aynı şey geçerli. Ben de aynı fikirdeyim.)

2) Determinist nedensellik, sosyal ve doğal bilimin mercek altına aldığı pek çok alan için günümüzde yeterli epistemik güçte yöntemsel bir araç değil. Bunun için verilebilecek en iyi örnek ortamlardan biri de beyin. Bu nedenle “mecburen”, nedensel ilişkiyi olasılıksal modeller ekseninde değerlendirmek gerekir. Belki de uzak olmayan gelecekte nedensellik mefhumu bilimsel yöntemde tamamen rafa kaldırılacaktır, kim bilir.

Nedensellikle ilgili ilk kayda değer görüşleri olduğunu bildiğimiz ilk kişi sanırım Aristoteles. Sonrasında Gazali’nin nedensel ilişkinin olmadığı fikri, Tanrısal olana bağlamasından dolayı “akıl dışı” bulunsa da; kavramın tarihsel gelişiminde aslında büyük önemi var görünüyor. David Hume’un Gazali’yi bildiğine dair destekli bir takım söylenceler var. Onun şüpheci yaklaşımı olmasa, Kant kendisinin aynı eserde belirttiği gibi Kritik’i de yazamayacaktı büyük ihtimalle. Bu dediğim birkaç önemli kişi nedenselliğin “nedensel” zincirinin esas halkaları bir bakıma. Ben kendi adıma Schopenhauer’i ve Nietzsche’yi de o halkaya hiç çekinmeden yerleştiriyorum.

Burada nedensellik teması etrafında felsefe tarihinden uzun uzadıya bahsedecek değilim. Felsefeci değilim, felsefe alıp satmıyorum sonuç olarak… Kafamı konuşma öncesi netleştirmeye çalışıyorum sadece.

Klasik nedensel ilişkinin, yani A ve B gibi müteakip iki düzenli olayın etrafında bir nedensellik çıkarımını yapamayabileceğimizi söyleyen David Hume, müteakiplik (ardardalık) haricinde mekan – zamanda temas ya da bitişiklik (contiguity) ve sabit olarak A ve B’nin birbirine düzenli bağlılığı (conjuction) gibi iki şartın daha “nedensellik” mevcudiyeti için gerekli varsayılmasını öne sürer. Tabii Hume, bu toplam saydığımız üç şartın A ve B (causal relata) arasındaki nedenselliğin geçerliliği için gerekli olsa yine de yeterlilik anlamına gelmeyeceğinin farkındadır.

Bu üç şartı kati olarak esas aldığımızda, çabucak Post hoc ergo propter hoc yanılgısına düşebiliyoruz. Sürekli dile getirilen basit bir örnek: Horozun ötüşü (A olayı) ve sabahın doğuşu (B olayı). Bu ikisi üç koşulu sağlar gibi ama sabahın doğuşuna neden olan horozun ötüşü değildir. Tabii bunun gibi bilim tarihinden pek çok örnek verilebilir. Tıp dünyasında 1980’lere kadar ülsere neden olanın stres, anksiyete ya da kahve/alkol içmenin olduğunun düşünülmesi gibi. Bunun böyle olmadığını ülsere neden olanın aslında H. pylori isimli bakteri olabileceğini,  Avusturyalı Barry Marshall isimli bilimci gösterdi. Bunun için kendini denek olarak kullandı. O bakteriyi önce kendine şırıngaladı, kısa sürede ülsere yakalandı. Sonra ise bakteriyi elimine edecek antibiyotiği kullandı ve halla hop tereyağlı ballı ekmek, ülser bitti gitti. Demek ki H. pylori (A), ülser’e (B) neden olmaktaydı. Stres ve anksiyete ise ülserin yaratacağı rahatsızlıkla birlikte gelecektir sadece. İşte burada ikisi arasındaki korelasyon, bilim dünyasında bu ikisi arasında bir nedensel ilişki yanılgısına düşülmesine yol açmıştır. Kahve ve alkol ise sadece meydana zaten gelmiş olan ülserin semptomlarını daha da kötüleştirmektedirler; ülserin neden – sonuç zincirinde yer almazlar. Demek ki bilimde fenomenler (görüngüler) arası nedensel ilişkileri ortaya çıkarmak (inference) hiç de kolay bir iş değildir; meşakkatli araştırmalar sonucu elde edilebilir. İnsan algısında ve idrakında yanılgılar istisna değil de kural olduğundan, hiç şüphesiz, şüphe bilimcinin en kudretli silahıdır.

Sürekli değişmekte olan ya da olmakta olan dünyamızda, karmaşık sistemlerde klasik nedensel ilişki yakalamak zordur. Buradaki bit yeniği, tanıma bakarsak hemen anlaşılır olacak:

“Ceteris paribus” (A ve B hariç geri kalan her şey aynı kaldığında), her A olayı olduğunda, onu B takip ediyor ise: A olayı B olayına neden oluyordur:
A (neden) —> B (sonuç – eser – etki )

Halbuki, A ve B gibi 2 olay haricinde koskoca arka plan hiçbir zaman sabit kalmaz; bir ırmakta bir kez bile yıkanılmaz, vs. vs.

Fakat madem nesnel dünyada nedensellik yok; nasıl oluyor da nedensellik açıklamalarımızda işe yarıyor, değil mi? Daha da önemlisi nedensellik yoksa nedensel çıkarımın pek çok kez işimize yaramasını ne’ye bağlayacacağız? Olan biten ne ki!?

Olan biten, bence dinamik güç süreçlerinden ve onların etkileşimlerinden başka bir şey değildir. Nietzsche öğretmeninden aldığı ilhamla bu işi iyice geliştirmiştir ve ismine bildiğimiz üzere Güç İstenci (Wille zur Macht, Will to power) demektedir. Bu konuyu burada detayıyla açmayacağım, biraz değineceğim. Mesela şu alıntıyı vermek fena olmayacaktır:

“İki müteakip (birbirini izleyen) durumun birinin neden, diğerinin sonuç (eser) olduğunu söylemek yanlıştır. İlk durum hiç bir şey getirmemekte, ikinci durumu da hiçbir şey meydana getirmemektedir. Esasen olan iki birim arasında olan eşitsiz bir güç mücadelesidir; birbirlerine göreceli kuvvetlerine bağlı olarak, güçler yeniden tanzim edilir. “ (WZM, 633; benim çevirim)

Klasik fiziğin nedensel kapalılık ilkesi gereği, aşağı “mikro” düzeylerden, yukarı “makro” düzeylere doğru tek yönlü bir nedensellik varsayılır. “Overdeterminism” (Üstbelirlenim?) bu ilkeyi ihlal eder.

Örneğin, parçacıklardan (elektron, proton, quark vs.), atomlara, moleküllere, hücrelere, dokulara, organlara ve organizmalara uzanan bir yöndür bu. Gerçekten de, eğer üst düzey bir fenomeni alt düzeydeki nedenlerini belirleyebilirseniz, bu durumda onu bilimsel olarak açıklanabilir hale getiriyorsunuz demektir.  Bilimsel indirgemeci açıklamada nedensellik ilişkisi mikro düzeyden makro fenomene doğrudur. Örneğin sıcaklığı, moleküllerin ortalama kinetik enerjisi olarak açıklamak gibi ya da ışığı elektromanyetik bir radyasyon olarak görmek gibi; DNA’yı genlerle açıklamak gibi…

Öyleyse, klasik fiziğin ya da genel olarak doğa biliminin bel kemiği bu nedensel ilişkileri kapsayan nedensel doğa yasalarının çıkarımına (inference) dayanır. Şimdi bahsedeceğim modelde ontolojik düzlemde bir “nedensellik” ilişkisi söz konusu ya da mevcut değil. (Bu türden klasik fiziğin öne sürdüğü tek yönlü bir nedenselliğin zaten farklı fiziklerde örneğim kuantum mekaniğinde geçerli olmadığını biliyoruz.)

Olan şey, fenomenler arası güç ilişkileridir, (etkileşim değil?). Bu güç ilişkilerinin nasıl bir “sonuca” meyledeceğini ise “çevre” belirliyor farz edeceğim. Çevre, fenomenler arası ikili (pairwise) ilişkinin çıktısının anahtarıdır. Öne sürdüğüm bu model aslında evrensel Darwinci evrimci çerçeveyle de uyumludur diyebilirim. (Bence uyumsuz yanları da var, ama konumuz bu değil.)

Güçler arası karşılaşmanın çıktısı nicel bir fark’a dayalıdır. Yani bir etkileşim değil, aralarında tabiri caizse, süreçler arası bir tür “kapışma” vardır denebilir. Söz konusu kapışmanın sonucu ise olmakta olan çevrenin istatiksel özelliklerine bağlıdır. Bir ceylan ve bir aslanı aynı çuvala koyarsanız, aslan ceylanı yer. Bunun tersini “normal koşullar” altında beklemeyiz. İşte makro düzeylerde “belirsizlik” azalmaktadır. Ama şartlar ani değişiverse, evrimsel koşullar “zayıf” görünenin ayakta kalmasına, çok güçlü olanın ise yeryüzünden silinmesine yol açabilir.

İşte, “belirli” dünyada A ve B fenomeni yan yana geldiğinde D olayı olmaktadır. Ya da (A U B) = C –> D ve biz hep C ve D olaylarını ardışık gözlediğimizde, bunlar bize “tek yönlü nedensellik” olarak görünmektedir. D, C’den fazladır.

Bu biraz canlılar dünyasında endosimbiosis olarak adlandırılan ilginç evrimsel “sıçramayı”  çağrıştırır. Mitokondrinin (bu isimdeki önemli organelin) aslında ökaryotik bir hücre tarafından ele geçirilen bir bakteri olması gibi… Bakteri hücreye “yenik” düşmüş, kendi bağımsız emellerinin (purpose) kodlandığı genetiğini kaybetmiş, artık ökaryotik hücreye hizmet edecek şekilde kendi genetiğinden feragat etmiş, hücrenin bir nevi hükümranlığına girmiştir. Mitonkondrinin bir tür bakteri olabileceği görüşü 1890’da Richard Altmann adında bir Alman biyolog tarafından ileri sürülmüşse de, ancak 1960 sonrasında yani mtokondrial DNA’nın keşfinden sonra biyoloji çevresinde geniş olarak kabul gördü.

Yine Nietzsche’nin şu pasajında majör evrimsel bir geçiş olarak kabul edilen bu muazzam biyolojik olayın temel raison d’etre’ine görülebiliyor:

“Tahsis ve asimilasyon edimi, her şeyden önce, kendine tabi kılmanın bir ifadesidir; tebayı (tabi olanı) tamamen hakim olanın gücüne teslim olana kadar onu forma sokmanın, yeniden ve yeniden şekil vermenin sürecidir.” (WZM, 656) 

İşte böyle dinamik varlıksal durumdaki nedensel ilişki çıkarımı ancak ve ancak, en azından günümüz doğa bilimlerindeki gelişim dikkate alındığında, ancak olasılıksal nedensel modellerle mümkün olacaktır.

Olasılıksal nedensellik kısaca şöyle tanımlanabilir: A olayı olduğunda B olayının gerçekleşmesi; A olayı namvcutkenki duruma göre daha olasıdır.
Ya da: P(B|A) > P(B|~A).
Burada deterministik ilişkideki zorunluluktan feragat edilmiştir.

Söz konusu olasılıksal modelin Bertrand Russell tarafından desteklendiği bilinmektedir. Russell, nedensel ilişki ile determinism arasındaki bağı koparmak gerekliliğini vurgulamaktadır. Hans Reichenbach (ölümünden sonra 1956’da basılan) The Direction of Time isimli eserinde olasılıksal nedenselliğin kapısını açmıştır.

Kuantum mekaniğindeki günlük dünyamızdaki düzenliliğe ters olaylar dikkate alındığında “deterministik nedensellik” anlamsızlaşır. (Örneğin kuantum dolaşıklığında, biribirinden uzak parçacıklar arası bağımlılık ilişkisi ya da Heisenberg belirsizlik prensibi dikkate alındığında…) Beyinde de durum çok farklı değildir bence, deterministik nedensellik yeterli bir araç değildir beyindeki olayları açıklamak için…

Niye? Şimdilik 4 sebep verelim:

1) İki beyin bölgesi arasında tek yönlü bir işlevsel ilişki yoktur. İlişki karşılıklıdır. Bir A beyin bölgesinin (nöral popülasyon) etkinliği, B beyin bölgesini uyarabilir. Tersi de olabilir.

2) Bir A bölgesinin etkinlik durumu tek bir bölgeye bağlı değildir; birden çok bölge ile olan ilişkisine bağlıdır. Bu nedenle, nörobilimcilerin tasdikleyeceği üzere beyini anlamak için bağlantısallık (connectivity) kritik önemdedir.

3) Bir nörondan diğerine olan “etki” eşik altı seviyesinde olduğunda, görünür değildir. Çünkü nöronların etkinliğini, enformasyon iletiminin temel yapıtaşları aktivasyon potansiyellerinin 0 – 1 ikili olduğunu kabul ediyoruz. Öyleyse nöral popülasyonlar arası nedensel etkileşimler sonuç ya da çıktı vermeyebilir; beyinde bir işleve neden olmayabilir.

4) Beyinde hiçbir olay düzenli değildir. Tam tersine, bireye, bireyin bilişsel, duygusal durumuna göre sürekli değişmektedir. Düzenli ve hatta evrensel bir beyinden söz edilemez. Sadece dinamik bir sistem olarak tasavvur edilerek, onda bazı düzenlilikler çıkarılabilir ve bu çıkarımlar da “olasılıksal” (kesinliksiz) olmak durumundadır. Örneğin, gözümü kaparsam oksipital bölgedeki alfa bandı etkinliği “çoğunlukla” artar, artma eğilimindedir ama artmadığı pek çok durum vardır. Son dönem nörobilim literatüründe Granger – Wiener anlamında nedensellik çıkarım yöntemlerinin kullanımı bu yüzdendir.

Şunu vurgulamadan edemeyeceğim. Bence “dünya” ne deterministik ne de olasılıksal (şansa bağlı)… Sadece ikincisi onu anlamamız için daha “işe yarar” araçlar sunuyor bize. İlki, sadece evrimsel olarak uyum sağladığımız makro düzeylerde etkili olabilir. Klasik fizik için deterministik dünya varsayımı bu nedenle anlamlı olmalıdır. Ancak uzay – zamanda ölçekleri değiştirdiğimizde, çok küçük (parçacıklar) ve çok büyük (galaksi) dünyalarda deterministik nedensellik çıkarımları çökebilir ve çökmektedir! Zira, evrimsel olarak böyle bir yetiye ihtiyaç duymadık.

İyi biliyoruz ki, 15. yüzyıl sonrası İtalyan topraklarında “olasılık teorisi” kumarbazların kağıt oyunlarında daha fazla kazanabilmelerini sağlamak üzere doğdu. Ama aynı teori, beşyüz yıl sonra kuantum mekaniğinde dalgacık işlevlerini tanımlamak için de pek ala gerekli oldu. Dünyamız olasılıksal da değil;evet Einstein’ın dediği gibi “Tanrı zar atmıyor” ama benim kastettiğim onunkinden radikal olarak farklı: Öyle harmonik, düzenli bir dünya da yok. Yani Tanrı zar atmıyor tamam ama başka hiçbir şey de yapmıyor! Tanrı bir hayli tembel olmalı.

Söylemek istediklerimi tamamlamadım henüz. Devam edeceğim.

eleştiri · felsefe · kişisel

Nedensellik derken…

“Nedensellik” (causality) meselesi doğrusu son 1 seneye kadar beni o kadar da çok ilgilendirmiyordu. “Neden ve sonuç arasında zorunlu bir ilişki var” gibi genel (deterministik) varsayıma katılıyor gibiydim. Hume’un bu konudaki çok bilinen temel eleştirisinden ikinci kaynaklardan haberdardım elbette. A ve B gibi birbirini düzenli olarak takip eden iki olay arasında zihnin “nedensel ilişki” yaftalama meyli vardı, ve bu doğada bir “nedensellik” var anlamına da gelmiyordu. (Sonradan Kant – onun kendisinin Kopernik devrimi sayacağı – ve onun takipçisi Schopenhauer gibi büyük düşünürler büyük epistemolojik açılımlar getirecektiler.)

Bir mühendisi nedensel ilişki çok da ilgilendirmez aslında. (Sadece bir meslek olarak değil de zihniyet olarak mühendisten söze ediyorum.) O, çorbadaki malzemelerin (tanelerin) birbirleriyle olan etkileşimlerini önemsemez; önemli olan çorbanın tadıdır.  Dolayısıyla “Neden” sorusu değil de, “Nasıl daha iyi olur?” mottosuyla hareket eden mühendis, fayda ve verimlilik arayışıyla tasarılarını yapar. Doğanın nasıl işlediği per se ile ilgilenmez, onu ırgalamaz; doğanın işleyişini nasıl manipüle eder de, bunu kullanışlı ve piyasada alınır – satılır hale getirebilir, kafasındaki esas sorun bu’dur. Tabii artık alınıp – satılabilirlik kullanışlılığın (ve ihtiyacın) ötesine geçtiğinden, tasarım sadece eldeki malzemenin manipülasyonu değil, satın alacak insanın da manipülasyonunu kapsamalıdır. Ya da artık malzemeye insan faktörü de eklenmiştir; insan en başat meta’dır. Günümüz insanı kendini metanın dolaşım yasasına tabi kılmıştır, diyebiliriz. Burada politik babda hep akla gelecek olan soru, “bu tâbi olmaklığın gönüllü olup, olmadığıdır.” İnsan bilerek ve isteyerek mi yabancılaşmıştır kendisine ve etrafına? (Aldous Huxley’in Brave New World’ünün en değerli ve özgün tarafı sıradan insanın bile isteye, güle isteye ortak olduğu bir distopik karanlığı tasvir etmesindedir. Orada polis elinde copla gösterici dağıtmaya ihtiyaç duymaz. Çünkü herkes kendini zaten “özgür” kabul eder, öyle hisseder – bunu kabul etmeyeni, istemeyeni ise politik şemsiyenin soldan sağa hiçbir rengi kabul etmeyecektir; o toplumun dışına atılacaktır. Bunu sonradan yazdığı ve haklı olarak öngörülerinde Orwell’e üstün geldiğini belirttiği Brave New World Revisited’da açıkça beyan eder. Açıkçası bu kitapları okuyalı yıllar, yaklaşık 15 sene oldu; ama metinlerde biçim o kadar çok içeriğe hizmet etmiş olmalı ki, detaylar olmasa da ürettiği fikirler zihnimde hep yer kaplıyorlar. Benzer sayılabilecek bir distopya, bu türün ilki ve atası sayılabilecek, başına gelmeyen kalmayan Sovyet devriminin zulmettiği çocuklarından Zemyatin’in Biz isimli kitabındadır.)

Önceden olsa ben “bile isteye” seçeneğini işaretlerdim. Ama artık sorunun bizzat kendisinin diyalektik bir sorgulama sonucunda yanlış olduğunu düşünüyorum. (Bilmek ve istemek sonradan gelir; ilk gelen bilinçdışı kabuller ve alışkanlıklardır. Marx’ın anlayışına çok yakın bir şey söylüyorum burada.) Çünkü soru, “bilmek ve istemeyi” politik iklimde “birincil” önemdelermiş varsayımını kabul etmektedir, dolayısıyla teorik olarak yanlış bir sorudur. “Bilmek ve istemenin” eylemin öncülü olduğu, tipik aydınlanmacı düşüncenin bir kabulüdür. Bir aristokrat ya da entelektüel gücü yetkin biri için; yani azınlıkta olan entelijansiya için belki geçerli dahi olabilir. (Tabii onların çoğunluğu için de durum şüpheli. Çünkü bilmek istemek, entelektüel bir güç istencine denk düşebilir pekala, Nietzsche’nin bize öğrettiği gibi. Bilmek ve istemenin öncül olması belki de evrimsel bir mutasyon, nüfusun binde birine denk düşen bir durumdur. Yani modern varsayıma göre bir hastalıktır.)  Öyleyse, toplumsal rıza, bilinçdışı süreçlere, çok basit denebilecek uyarımlara (stimülasyonlara) bağlı sürüngen beyin mekanizmaları ile ilgili olmalıdır. O reklamlar, o kamera hileleri, ve imge maruziyeti; Çin’de üretilmezden önce Kaliforniya’da tasarlanan akıllı telefonlar boşuna mı var sanıyorsunuz?

Kıssadan hisseye; tüm aşk, devrim, dinlerin üzerine kurulduğu o yüce hikayeler, insanın yüce saydığı her şey, iltihaplı bir diş ağrısı ile söner gider. İnsanın varlık durumunda trajik olan bu’dur işte. (Burada yanlış anlaşılabileceği üzere aşkı, devrimi, miti ve hikayeyi asla küçümsemiyorum; ancak onların toplam – istatiksel olanda, makro davranışta öneminin sadece kritik anlarda, detaylarda gizli olduğunu söylemek istiyorum.)

Bir kafeden yazıyorum. Logos seminerlerinde üzerine konuşacağım “nedensellik” teması ile ilgili bir şeyler karalayayım da zihnim bu konuda iyice netleşsin diyordum. Ama işe bakın ki, o karışıklık yine kendini dışa vurdu!

İyi ki karışık ve şüphede ama. Aşk hariç.

beyin · bilim · Descartes · felsefe · kogito · nörobilim · zihin

Kogitonun düşmanları

Bildiğimize emin olduğumuz ne var, Rene Descartes’ın temel sorusuydu. Şüphe duymayacağı kökü düşünen töz’de, “cogito”da buldu. Günümüzde ise Slavoj Zizek’in Ticklish Subject (Gıdıklanan Özne)’de bahsettiği gibi cogito, postmodern filozoflardan bilişsel (kognitif) bilimcilere uzanan geniş bir yelpazede pek çok okulun birden saldırısı altında… Öyle ki bu kogito / özne bazlı desentralizasyon popülerleştirilip, ağza düşürüldü.

Nasıl, size de tanıdık geliyor mu aşağıdaki cümleler?

  • “Beyinde bir merkez yoktur, öyleyse bir kendilikten ya da cogito’dan söz edemeyiz.” 
  • “Bilinç bir tiyatrodur.”
  • “Düşünce, ben’de gerçekleşen bir doğal olaydır”

desc_cartDüşünen “ben”in reddi, bugünün (özellikle Anglo-Sakson eksenli) postmodern hegemonik düşünce dünyasında yer edindi… Descartes’ı takip edip, kökten başlayalım. Gerçekten bizim dolaysız olarak yaşantıladığımız, tecrübe ettiğimiz nedir? Algısal dünyamızdır, çektiğimiz acıdır, açlık ve bulantı hissimizdir, mutluluk duygumuzdur. Dışarıdan hiç kimsenin tecrübe edemeyeceği “ben gibi olmak” durumudur.

Şahane sık ağaçlı bir ormanda karnınız açlıktan guruldamaktayken tek başına yürüdüğünüzü düşünün, öyle şanslısınız ki, hemen arkanızdaki bir ağaçtan parlak kırmızı bir elma düşüyor. İlk olarak yere düşen elmanın sesini duyup seviniyorsunuz; sonra o elmaya dokunacak, belki elinizle üzerindeki tozu silecek, elmanın kokusunu içinize çekip, size yardıma koşan doğaya müteşekkir olduğunuzu fısıldadıktan sonra, ilk ısırıkla ekşimsi tadını alacaksınız.

Dış dünya, nesnel dünyaya dair tüm bilgilerimiz dolaylı… Orada ne var ise ona dair bildiklerimi, bunu ebeveynimden, toplumdan, okul ve aile gibi devletin ideolojik aygıtlarından, medyadan yani bir Öteki üzerinden dolaylı olarak ediniyorum. Felsefe ise bu nedenle dolaylı olarak öğrendiğim bu bilgilerle ilgili şüphe duymakla başlar. Yani önce dolaylı olanı yadsımakla işe başlamak şimdinin nesnelci ve/ya naif realist kognitivistleri ne derse desin, Kartezyen yöntemin en harikulade tarafıdır.

Bilinçli yaşantı, doğrudan yaşadığımıza bizim emin olduğumuz tek olgu… Özellikle de algısal dünya… İçindeki tüm “yanılsamalara” karşın, benim direkt olarak yaşantıladığım ve Descartes’ın çıkarımsadığı üzere varlığını bildiğim tek “gerçek” bu dünya…  Buna “fenomenal ya da bana görünen dünya” (f) diyelim.

Gerçekten algılarımızın olmadığı bir dünya bizim için yok mertebesindedir ve bunu tefekkür etmesi bile nahoştur. Tüm nöronlarımızda etkinlikler olağan haliyle devam etse bile, kalbimiz atmaya devam etse bile; algılarımızı ve hislerimizi silip attığımızda dehşetli bir kafeste silinip gidecektir bilinçli “ben”… Zat-ı şahaneleri Eva Green’in baş rollerinde döktürdüğü, Perfect sense isimli distopik bilimkurgu filminde bize anlatılan işte böyle bir senaryodur: Film boyunca gezegendeki insanların sırasıyla koku alma, dokunma, tad alma, işitme ve en sonunda da görme duyularının tedricen kayboluverdiğine şahit oluruz. Sonrası ise tamamen karanlıktır. Dehşet, kendimizi tüm algılarımızın silinmesiyle benden yoksun bir beden içerisine hapsolmuş bireyleri hayal etmeye çalışmamızla ve hiçliği derinden duyumsamakla gerçekleşir. Artık fenomenal – algısal dünyalar kayıptır; bedenler varlığını sürdürmekte (kimin için sürdürmekte?) ama bilinçliliğin kapıları ardına değin, bir daha açılmamak üzere kapanmıştır… Bundan sonrasını tahayyül etmek gerçekten zor; çünkü tüm algılarımız kapandığında, nöronlarımızda etkinlikler dış dünyadan bir duyusal uyaran gelmeksizin devam etse bile, kalbimiz atmaya devam etse, tüm organlarımız çalışmaya devam etse bile, bilinçli bir benlik ya da yaşantı zerresi hayal etmemiz imkânsızlaşır.

Neden buradan başlıyoruz? Çünkü tek “güvenilir” referansımız nörobilimcilerin beyinle ilişkisi olduklarını farz ettikleri insanın bilişsel dünyası… Fenomenal dünya ile “dış dünya” arasındaki fark nedir? Dışarıda bir elma var mı, benim duyumsadığım elmaya benzer mi benzemez mi, işler burada biraz çetrefilleniyor.

O zaman herhalde şurası kesindir: Dış dünya var ise o dünya benim bilişsel aygıtımda varlık kazanıyor olmalıdır. Öznelci idealizmin babası psikopos Berkeley’e göre böyle bir dış dünya yoktur (“Esse est percipi”): S(f) ↔ φ

Bu formülde sol taraf S(f), öznenin fenomenal dünyası, sağ taraf ise bu deneyimin karşılık düştüğü dış dünya olsun.  φ Berkeley’ci denklemde boş kümeyi sembolize etmektedir. (Elmanın gerçekten olduğu gibi var olduğu, hiçbir distorsiyona uğramaksızın bilincimize aktarıldığı naif ontolojik görüşü fazla naif ve çocukça bulduğumdan es geçiyorum. Platon’dan beri dış dünya ile algıladığımız dünya arasında fark olduğunu, materyalist ya da idealist tüm aklı başında düşünürler kabul ederler. Ancak biz çocukken dünyayı olduğu gibi sanarız; sonradan illüzyonları fark etmeyle gelen şaşırtıcı keyif bu nedenledir. Fakat hepimizin libidinal yapıları gereği çoğu zaman çocuk kaldığını da unutmayalım.)

Bugün pek çok evrimsel kognitivistin (bilişselcinin ya da bilişsel psikoloğun) varsaydığı hegemonik ve popüler sayılabilecek ikinci bir görüşe göre ise: S(f)↔f’, öyle ki d(f, f’) < ξ. Başka bir ifadeyle, özne, dış dünyayı mümkün olduğu kadar hakikate yakın olarak algılamakta ya da yaşantılamaktadır. Dış dünya kendisini bize mümkün olduğunca kendine yakın olarak yansıtır. Örneğin, kırmızı elma olarak gördüğünüz şey her ne ise, gerçekten de “kırmızı bir elma”nın özelliklerini taşıyan bir cisimdir. Dışarıdaki cisimle ya da “nesnel” yığınla algıladığımız  arasındaki fark, fani bilişsel aygıtımızın sınırlarından kaynaklanır. Bu farkı izomorfik olarak adlandırabiliriz. İzomorfizm, eşleşen birimlerin, bizim koşulumuzda dış gerçekliğin temel özelliklerinin korunarak ama zihnin sınırlılığından kaynaklı olarak eksiltilmiş ya da bozulmuş hâlde fenomenal bilince yansıdığını söylemektedir.

Transandantal idealizm olarak adlandırabileceğimiz (ve benim kendimi konumlandırmakta ve yakın bulmakta hiçbir sakınca bulmadığım) bir diğer görüşe göre ise: S(f) ↔ X. Yani dış gerçeklik ile yaşantılarımız arasında radikal bir fark vardır. Bu görüş Immanuel Kant’ın kendi tabiriyle Kopernik devrimi olarak adlandırdığı felsefesinin en temel görüşüdür. Neo-Kantçı Friedrich Albert Lange Materyalizmin Tarihi adlı şaheserinde bu görüşe dair kısa ve iyi bir tanım vermektedir: “… Tek kelime ile tüm nesnelliğin mutlak nesnellik olmayıp sadece insan ve insan gibi bir yapıya sahip olması mümkün olan varlıklar için bir nesnellik olduğu, buna karşılık şeylerin mutlak özünün, kendinde şey’in fenomenler dünyasının arkasında içine nüfuz edilemez bir karanlıkta gizlendiğidir.”

Screen Shot 2019-02-21 at 12.44.59

Platon’un ünlü mağara alegorisini aklınıza getirin. Dışarıda biri parmakları ile “tavşan” şekli yapıyor; ve elleriniz bağlı olmak suretiyle mağaranız olan kognitif aygıtınıza müebbet esir olan zavallı siz gerçekten bir “tavşan” var sanıyorsunuz. Görsel illüzyon uzmanı olan Donald Hoffman’ın “arayüz teorisi” bu kapsama giriyor. Onun verdiği bilgisayar örneğini düşünelim. Siz bir düzlemde yani bilgisayarınızın işletim sisteminin sağladığı arayüz nedeniyle artık ihtiyaç duymadığınız bir “dosyaya” fare ile tıklayıp, onu “çöp kutusuna” sürükleyip, “siliyor”sunuz. Fakat transistörlerle bezeli elektronik devrelerden müteşekkil bilgisayarınızda “gerçekte” olup biten ise sadece o devrelerde lojik kapılarda gerçekleşen elektron akışlarındaki işlemlerin ekranın piksellerine ışık olarak bir “yazılım” aracılığıyla aktarılmasından ibaret… “Gerçeklikte” ne bir dosya var, ne çöp kutusu, ne de bir “silme” işlemi (ne de kendiniz sandığınız siz?)… İşte arayüz analojisini dikkate alırsak, bilinçli deneyim ile dış gerçeklik arasındaki bağıntı tamamen izomorfizmden ya da basit bir distorsiyondan uzak; arada tam bir ilişkisizlik, aşılamaz bir kopukluk var… Bu iki dünya tamamen bambaşkalar… Dışarıda kırmızı elmaya uzaktan yakından benzeyen hiçbir şey yok. Kant’ın meşhur kendinde şey (ding an Sich) olarak adlandırdığı bu bilinemeyen şeylere ve onların oluşturduğu asla bilinemeyecek dış gerçekliğe biz X demiş oluyoruz.

eleştiri · felsefe · şimdiki zaman

Ayartıcı imge ve dar kapı

“Dar kapıdan girin. Çünkü yıkıma götüren kapı geniş ve yol enlidir. Bu kapıdan girenler çoktur. Oysa yaşama götüren kapı dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar azdır.”
(Matta, 7:13)

Yazı, söz ve iletişim yavaşça aramızdan sıyrılıp gitmekte… Bu sadece bizim ülkeye özgü bir durum da değil… Okuduğum en iyi İngilizce metinleri yazan blogger’lar dahi artık Facebook ya da Instagram ortamlarında yaptıkları yemekleri, gezdikleri yerleri, arkadaşlarıyla olan fotoğraflarını paylaşmakla yetiniyorlar; o eski şahane yazılarından bir eser yok.

On sene öncesini hatırlıyorum da, kimse fotoğrafını öyle rahat paylaşamazdı. Yüzünü göstermek neredeyse büyük bir tabuydu. “Smiley”leri öyle fütursuz ve çeşitli kullanmazdık. Sonra birbirimize harbiden uzun cümlelerle hâl hatır soran, fikir paylaşan, dertleşen uzun e-postalar ya da mektuplar atardık; o uzun mesajlarda şimdilerde pek rastlanmayan bir samimiyet vardı. Çok değil, en fazla on sene önceden söz ediyorum.

Şimdiki zamanlarda, sosyal medyada herkes sadece kendini “beğenen”leri takip eder oldu; ya alkışlayan ya da yuhalayan ama bir ötekinin sesini duymak dahi istemeyen ezici bir çoğunluk kapladı ortamı. İmgeler herkesi ezdi geçti. İmgeler hemen herkesi narsisist bir taraftara dönüştürdü. Bireyler bir yığına; “biz”e ya da “siz”e dönüştü.

Kieerkegaard 19. yy’da  devrim sonrası değişen çağ bahsinde şöyle diyordu:

“… Devrimci çağ bir eylem çağıyken, bizim çağımız reklam ve tanıtım çağıdır… Bugünün gençleri arasında herhangi bir konuyu derinlemesine kavrayışla, dört başı mamur bir şekilde öğrenme neredeyse düşünülemez; bunu gülünç bulacaklardır.

 … Asil ve iyi eylemler çağı geride kaldı, şimdiki çağ ise peşinen tanınmış olduğunda bile beklenti çağıdır. Kimse belirli bir şey yapmaktan tatmin olmuyor, herkes hiç olmazsa yeni bir kıtayı keşfetmiş olmanın yanılsamasına yaslanan düşüncesiyle pohpohlanmış hissetmek istiyor.”

Asırlar öncesinden bir feryat gibi metne kazınmış bu cümleler size de tanıdık gelmiyor mu?

Olan oldu artık, ve yüksek çözünürlüklü şu imgeler üzerinde bir emek verilmesi gerektiren yazının ve otantik sözün yerini aldı… Resim ve video, yazının ya da işitsel olanın aksine çok çabuk bir şekilde bilişsel aygıtınıza girer, sizi uyarıcı materyalin bıraktığı etkiye maruz bırakırken, aktif olarak düşünme gücünüzü elinizden alır. Bu özgürlüğünüzden olmanız demektir aslında. İmgeye boyun eğmeniz, onun ötesinde bir dünyayı düşlemenizin ketlenmesi anlamına gelir. Hızlıca dopamin salgılatır size imge, kısa süreli eğlendirir ama amansız hükümranlığı ile sizi iktidarsızlaştırarak yapar bunu; sabırlı bir duygu ve akıl vasıtasıyla inşaa süreci kurabilmenizin en baştan önüne geçer…

Elbette ki tek bir link’e tıklayıp, birkaç on saniyede indirebiliyoruz en lezzetli klasikleri, Platon’u, Aristoteles’i, Descartes’ı, Kant’ı vs… Ama imgelerin pornografisi öyle kuvvetli bir ışıkla kamaştırıyor ki gözleri, kör yarasalara dönüveriyoruz. Demek ki görmemezlik için hiç de öyle sanıldığı üzere karanlık zamanlara ihtiyacımız yok! Bilakis, yoğun bir aydınlık da körleştirip, duyarsızlaştırabilir sizleri.

Sözün değeri ne kadar da düştü? Özel yahut kamusal alanlarda egomuz okşanmıyorsa, söylenenin hiçbir kıymeti yok gibi. Halbuki bir zamanlar küçük bir kasabada çıkarılacak mürekkepli kalemle yahut daktiloyla yazılmış ufak bir broşür binlerce insanı harekete geçirebilecek kudrete haizdi… Matbaalar adeta silah depoları gibiydi. Şimdilerde makyajlı videolar izleniyor izlenmesine de; o enformasyon yığınının kimsenin beynini yahut bedenini harekete geçirdiği filan yok. Bir videoda muhatabınızı kolaylıkla manipüle edebilirsiniz; çünkü orada saniyede yirmi dört adet ardı sıra geçen kurgulanmış imgeye maruz bırakıldığınızda, düşünmek eylemi tamamıyla bloke olur. Video sizin yerinize sizin için çoktan “düşünmüştür” bile.

Mizah eklentili ikonofillerin kapladığı, aydınlanmanın yerini “fazla parlak” sinematografik bir yeni Ortaçağ’a bıraktığı zamanlardayız, demek ki… Sonu belirsiz ve aşırı flaştan körleşmiş yarasaların kapladığı cesur yeni dünya bu. Çok uzun bir süre ezici çoğunluk için imgenin pornografisinden kaçış için bir yol kalmadı.

Kısa vadede bir geriye dönüş mümkün görünmüyor. Öyleyse gözlerini özenle sakınacak ve adım adım “dar kapıdan” geçebilmek sabrını gösterecek küçük bir azınlığa bağlıdır artık, umut.

akademi · beyin · bilim · felsefe · nörobilim · zihin

“Zihin-beyin özdeşliği sorunsalı” konuşma notları

Videoda zaman kısıtı sebebiyle konuşamadıklarım, zorunlu olarak eksik bıraktıklarım olduğundan, hazırladığım daha kapsamlı olan “konuşma metnini” aşağıya ekliyorum. Bu arada yüzüne çevrilmiş bir kamera karşısında konuşmak bir hayli zormuş! 

Zihin – beyin özdeşliği sorunsalı

Konuşmanın başlığında özellikle zihin – beyin özdeşliği “sorunsalı” dedim, özellikle sorunsal sözcüğünü kullandım. Çünkü bizzat bu özdeşliğin ta kendisini sorunsallaştırmak istedim. Günümüz zihin felsefesinde (özellikle günümüz zihin felsefesi üzerinde hegemonyasını kurmuş sayılabilecek Anglosakson fikriyat çevrelerinde) ortodoks görüşün modern nörobilimin de varsayım olarak aldığı beyin indirgemeciliği olduğunu söyleyebiliriz. Bu özdeşliğe göre tüm zihinsel durumlar / süreçler bire bir beyin denen ortalama 1.5 kg olan ama dinlenirken bile toplam enerjimizin 1/5’ini emen organının fiziksel – kimyasal durumlar / süreçlerine karşılık düşmek durumundadır. Buna göre, nöral etkinlikler ve zihinsel yaşantılar ontolojik düzlemde bir ve aynı şeydirler.

Zihin derken kastedilen genellikle “bilinçli” yaşantılarımızı kapsamaktadır. Zihnin temel bazı fakülteleri arasında algı, düşünme, yargılama, tasavvur etme, tahayyül etme, tefekkür etme, karar verme, dil ve belleği sayabiliriz.

Zihin – beyin özdeşliği savunucuları literatürde sıklıkla “materyalist” tanımı ile anılıyorlar. Ben materyalizmin indirgemeci olmak gibi bir zorunluluğu olmadığı kanısındayım. İndirgemeci kabuller doğa bilimlerinin gelişimi için zorunlu varsayımlar olageldi. Nörobilim için de böylesi bir varsayım bir noktaya kadar işe yarayabilir bilimsel ve teknolojik çıktılara yol açabilir. Ancak buradan yola çıkıp, yani bilimlerin indirgemeci varsayımlarından yola çıkarak bir metafizik inşaa etmek pek çok kez yanlış yollara çıkacaktır.

Bir örnek. 18. yy’da Newton’un ortaya koyduğu hareket yasaları ve bunların iki yüz yıl boyunca bize sağladığı buhar makineleri, lokomotifler ve makinalar gibi muazzam teknolojik çıktıları sayesinde endüstri devrimi tetiklendi; astronomik olayların dahi pek çoğunu öngörebildik. Fakat 20. yy’da Einstein’ın görelilik teorileri sayesinde anladık ki Newton’un teorisinde öne sürdüğü gibi “uzay ve zaman” hiç de mutlak değil!

İndirgemeci materyalistler ise “bilimin çıktılarını” örnek vererek, işe yaradığını; dolayısıyla varlığı betimleyen daha kapsayıcı resimler çizmenin kural ihlali olduğunu söylüyorlar. Bu muhafazakârca ve bence düşünce korkaklığına denk düşer. Empirik bilimlerin sonuçlarını dikkate almak başka şey; onların varsayımları dogmalaştırmak başka! Evet indirgemeciler sürekli o esnadaki bilimsel paradigmaya don biçerek “felsefe” yapıyorlar. Ama metafizik tasarımın tam tersine (diğer bilimlerde olduğu gibi nörobilimin önem kazandığı bilinçlilik gibi mevzularda da) kıyafetin uymadığı yerleri göstermesi, bu limitleri dikkate alarak daha kapsayıcı kurgular geliştirmekten çekinmemesi lazımdır.

Özellikle nörobilim bahsinde işler iyice karışık; çünkü kendisi de bir mekanikçi ve iyi bir matematikçi olan Descartes’dan, 17. yy’dan  beri fiziksel – kimyasal dünya ile zihinsel dünya ayrıştırıldı. Zihinsel olan, bilimsel “oyunun” dışında bırakıldı. Yine de denebilir ki, teknolojik gelişmeleri dikkate alırsak, iyi ki de öyle oldu… Bu “epistemolojik” ayrım sayesinde fizik, kimya ve biyolojide büyük gelişmeler yaşandı. Şimdi ise, nörobilimler bahsinde, bastırılmış zihnin geri dönüşünü yaşıyoruz diyebiliriz. Çünkü elimizdeki fiziki bilimlerin sunduğu çerçeve içinde zihinsel yaşantıyı açıklamamız pek mümkün görülmüyor.

Bu konuda ünlü Avustralyalı felsefeci David Chalmers’in meşhur zombiler dünyası Gedankenexperiment’ini (düşünce deneyini) aklımıza getirelim. Nörofelsefe çevresinde pek bilinmez, hatta Chalmers bile kitabında referans vermemiş ama Zombi argümanının, tartışmasının bire bir aynısı 150 – 200 sene önce Emil du Bois-Reymond gibi Alman fizyolog (nöron aksiyon potansiyelinin kaşifi olarak anılır) gibi bilimciler ve felsefeciler tarafından verilmiş ve tartışılmıştır. Bu tartışmanın 21. yy’da hortlayıp geri gelmesi dediğim gibi zihin felsefindeki sorunların aslında fiziksel süreçlerle (nesnenin ölçülebilir birincil, primer nitelikleriyle) uğraşan, onlara odaklanan doğa bilimlerinin dışarıda bıraktığı bir sorun olması nedeniyledir. Bilincin neden zuhur ettiği, elimizdeki fiziki bilimlerce az önce bahsettiğim “meşru” sebeplerce konu dışı bırakmıştır; dolayısıyla bilinçlilik onun epistemolojik nesnesi olabilecek durumda değildir.

Bu düşünce deneyine göre, elinizde dünyamızın tıpkısı olan bir dünya düşünün; yine insan denen hayvanlar var etrafta; ancak bunların içsel bir yaşantısı yok. Yani bu zombi-insanımsılar (ve muhtemelen diğer pek çok canlı türü) çiçeklerdeki renkleri hesaplamalı – enformasyonel olarak saptıyorlar (yansıttıkları ışığın dalga boyları olarak) ama görme deneyimini; kırmızı bir etek gördüklerinde ekspoze oldukları kırmızılık deneyimini yaşamıyorlar. Baş ağrısı için gerekli tüm sinir uçları uyarılıyor, kıvranıyorlar, ah vah ediyorlar, yüzlerini asıyorlar ama aslında bir “acı” deneyimleri yok, acı çekmiyorlar… Komik bir cümle, bir fıkra işittiklerinde gülme esnasında olan tüm fiziksel – kimyasal olaylar onlarda gerçekleşiyor; örneğin beyinde prefrontal korteksten şakadaki çelişkileri çözen uğraşan anterior singulat korteks gibi bölgeler bizim dünyamızda olduğu gibi aktive oluyor, nöronlar yanıp sönüyor, gülme keyfinin ödülü olarak dopamin nörotransmitter’i salgılıyorlar vs. Ancak bir türlü “gülerken”, ritmik ses dalgalarını havaya yayabiliyor ama bu sesin tınısını zihninde yaşantılayamıyorlar; kasılan yüzümüzde oluşan dokunma duyusunu ya da geçmişte uzun süreli belleğimizde tetikleyen bir olaya erişemiyorlar. Fiziksel – kimyasal ve biyolojik bütün reaksiyonları harfiyen gerçekleştiren bu insanımsı zombi robotlar “gülmüş gibi” yapıyorlar ama gülmek için gerekli fizyolojilerine uygun enformasyon olarak kodlamaktan öteye “gerçekten” tecrübeleyemiyorlar! Aynı şu meşhur insanların tasarlayıp, çiplerde kodladıkları West World dizi film serisindeki robotlar gibi!

İşte, uzun lafın kısası, bildiğimiz fizik ve biyolojiye göre hayli meşru olarak varlıklarını sürdüren zombiler dünyası kuruyoruz; ama bizim dünyamızla arasındaki fark; yani bilinçli yaşantı, fenomenal dünyalarımız bu dünyada eksik kalıyor. Demek ki fizik bilimi (ve dolayısıyla biyoloji) eksiktir (incomplete) ve bilinçli deneyimi açıklayacak epistemolojik araçlardan da yoksundur. “Bildiğimiz” evrimsel biyoloji de eksiktir; çünkü bilinçli bir zihinsel aygıtın bize adapte olmakta yani hayatta kalmakta ve üremek için partner – eş bulmakta nasıl bir avantajı olabilir ki? Tamam, evrimsel süreç bize duyu organları, gözü, kulağı, burnu, deriyi ve bir merkezi sinir sistemini verdi; ama bilinçli yaşantı yetisini neden bahşetti, bunu açıklayamıyoruz. Zihinsel aygıtın içerdiği fenomenal dünyayı sadece bir yan ürün görmek, problemin ciddiyetini fark etmemek ve Daniel Dennett gibilerinin yaptığı gibi görmezden gelerek; problemden kaçmak olur. Zihin beden uçurumu (ontolojik uçurum) yok demek, o uçurumu kapamaz; sadece indirgemecilerin problemi ıskaladıklarını gösterir. Bilinç niye zuhur etti gerçekten? Bilemiyoruz; ve paradigmada radikal kavrayışsal bir devrim olmadıkça da bilemeyeceğiz. İşte felsefenin yardımına burada ihtiyacımız var. Kral çıplak diyebilecek ki, bilinç probleminin çözümünü de içine alabilecek bir bilim için gerekli yeni paradigmaların inşaasına katkıda bulunabilsin.

İndirgemeci materyalistlerin bir öteye gitmiş versiyonları kendilerini “eliminasyoncu, eleyici” olarak adlandırıyorlar. Onlara göre zaten “qualia” yok; yani biz zaten zombileriz, ama kendimizin yaşantıladığını sanıyoruz. Örneğin kırmızı bir etek gördüğümüzde, aslında kırmızı bir etek görmüyoruz! Bu tabii problemi yok saymak anlamına geliyor. Bu da bence fizikselci indirgemecinin doğayı bütünlüklü olarak açıklayamayacağının itirafı anlamına geliyor. Küresel ısınma problemi yok diyerek küresel ısınma problemi çözülemeyeceği gibi; zihinsel olan da yok denerek felsefi / bilimsel problem çözülemez; sadece üzerinden atlanılabilir.

Algıladığımız dünya yani fenomenal yaşantılarımız elbette içinde yanılsamaları (ilüzyonu) barındırıyor; bunu eski Yunan’da, örneğin Platon’un metinlerinde de görüyoruz. Bize görünen cismin aslında, “dış dünyada” göründüğünden bambaşka olduğunu… Ona göre algıladığımız nesneler, kabaca o nesnelerin idealar dünyasındaki temsillerinin mağaradaki yansımalarıdır; kopyadırlar ve yanıltırlar. Söz gelimi mağaranın dışında yapılan bir gölge oyunu ile tavşan gördüğünüzü sanıyorsunuz ama dışarıda “yetenekli biri” elleriyle gölge oyunu yapıyor! (Bazı derslerimde sıklıkla Platon’un Devlet’inin 7. Kitabında sözü geçen ünlü mağara alegorisinden söz ederim. Bu mağarada tutsakların elleri arkadan bağlanmış ve dışarıdaki gerçekliğin yansımalarına, gölgelere maruz kalmaktadırlar. Beynin içsel temsilleri de işte böyle, dış gerçekliğin gölgeleri olarak tasavvur edilebilirler.) Renklerden yatay çizgilere, hareketsiz resimleri hareket ediyormuş sandığımız onlarca şaşırtıcı görsel illüzyon buna tanıktır ve bilişsel aygıtımızın sınırlılığını bize hatırlatırlar. Bu nedenle bilimde “yanılmamak için” dikkatli ve güvenilir ölçümler yapmak durumunda kalırız. Yaptığımız bu deneyleri doğru koşullarda güvenilir ve tekrarlanabilir olmasına dikkat ederiz.

Fakat indirgemecilerin iddia edecekleri gibi buradan, nesneyi algılayışımızdaki yanılgıdan elbette algımızın “yokluğuna” gitmeyiz. Burada zihin – beden sorunu bitmez; hatta iyi düşünülürse tam tersine iyice katlanır, sorun katmerleşir. Kognitif bilimcilerin tasdik edeceği üzere yanılsama ya da ilüzyon bir istisna değil, kuraldır.

İşler bir gölge oyununda olduğu gibi bize görüneni “yansıtan” dışarıdaki her ne ise onun bozulmuş hâli olarak göründüğünden çok daha karmaşık aslında. Gerçekliğin distorsiyonunun da ötede “radikal” bir şeylerin döndüğüne dair ortodoks indirgemeci materyalist görüşlerin çok dışında kalan görüşler var… Algı yanılsamasına dair başka bir örnekte, Avustralya’daki mücevher böceklerinden söz edeyim. Bu böceklerin soyları 80’li yıllarda tükendiği görülüyor, fark ediliyor. Sebebini anlamak için bir takım biyologlar işe koyuluyorlar. Sonradan bunun sebebinin o esnada üretilen bir bira şişesinin dizaynının farklılığından olduğu; uçabilen erkek böceklerin parlak, kahverengi ve büyük dişiler aradıklarından; bira şişelerini döllemeye çalıştıklarından, haliyle bir dölün meyve vermemesinden, üremenin bitmesiyle soyun tükenme tehdidi altına girmesinden kaynaklandığı anlaşılıyor… Böcekler evrimsel makinenin kurallarına uygun olarak davranıyorlar “gerçekliği kavrayışlarında”… Yani distorsiyondan çok ötede gerçeklik bir bira şişesi ile bir dişi mücevher böceği arasındaki fark kadar muazzam… Bambaşka… Bir görsel algı uzmanı olan, Kaliforniyalı araştırmacı Donald Hoffmann buna dayanarak gerçekliğin ya da hakikatın bizim sandığımızdan radikal olarak farklı olduğunu öne sürdü. Hatta oradan “conscious agent”lar adını verdiği şeyler haricinde hiçbir şeyin olmadığını savunduğu teoriler geliştirmeye başladı…

Örneğin bilgisayarda bir dosya sildiğinizi sanıyorsunuz; mouse’u hareket ettirip dosya ikonunu çöp kutusuna taşıdığınızda… Ama “gerçeklikte” silinen bir dosya yok… Bir takım dijital devrelerde 0-1’lerle temsil edilerek yapılan lojik bir işlem oluyor sadece…  Sizin “yaptığını sandığınız işlem” sadece “hayatınızı kolaylaştırmak” için programcıların tasarladığı bir ara yüz (mağaranın içi)… Peki fenomenal içsel 1. Şahıs öznel yaşantının dışında bir mağara var mı gerçekten? İnsanın fenomenal yaşantılarının da bir arayüz olduğunu (dolayısıyla dış gerçeklikle radikal olarak farklı – bambaşka olduğunu) savunuyor Donald Hoffmann… İster istemez akla Bishop (Psikopos) Berkeley gibi idealistleri getiriyor tabii… Ben o kadar ileri gitmiyorum tabii; sadece ortodoks indirgemeci görüşün dışında zihin meselesinin nasıl farklı hâllerde değerlendirilebileceğini anlatmak istiyorum.

Tüm bu ontolojik uçurumu bir kenara bırakırsak, zihinsel olaya denk düşen nöronal faaliyetlerle ilgili de nörobilim tarafından açıklığa kavuşturulması gereken sorunlu alanlar var. Beynin işlevsel üniteleri genellikle nöronlar olarak kabul görür. Hücre zarı potansiyelinde milisaniyelik aksiyon potansiyelleri ve iyon pompaları, nörotransmitter ve nöroreseptörlerin açığa çıkışı gibi kimyasal olaylar eşlik ederler. İnsan beyninde takriben yüz milyar nöron var. Karl Vogt (1817 – 1895) gibi Alman bilimcileri, günün indirgemeci materyalistleri gibi karaciğerin safra salgılamak, böbreğin üreyi üreterek kanı temizlemek görevleri gibi beynin de zihni ürettiğini düşünüyorlardı. Beyni bu sayılan organların yapısından farkını dikkate alalım. Böbreğin birimlerine nefron deniyor ve bu tüpümsü filtremsi yapılardan böbreğin az önce saydığım işlevini yerine getirdikleri biyolojik amaçları – görevleri anlaşılabiliyor. Ancak tek bir nöron ve onun diğer nöronlarla haberleştiği aksiyon potansiyellerden zihinsel çıktılarla ilgili hiçbir işlevi anlayamıyoruz. Bu durumda beynin işlevsel birimlerine nöronlar diyebilir miyiz? Bu işlevsel birimler, pekala onlarca ya da yüzbinlerce “nöronal topluluk” olarak da anlaşılabilir. Ya da fMRI çalışmalarına konu olan beynin özelleşmiş makro bölgeleri frontal, temporal, paryetal korteks ve sübkortikal yapılar amigdala, serebellum, talamus vs. olarak da anlaşılabilir. Yani beyinde fonksiyonel olan birimi hangi ölçekte sınırlayacağımızı bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey çok farklı ölçeklerde zihinsel durumlara karşılık düşen bir takım “haberleşmeler”in olduğu…

Bunlara çok farklı ölçeklerdeki nöral korelatlar (ilintiler) diyebiliriz. Her ölçekte farklı korelatların olduğunu akıldan çıkarmamalıyız. Bu nedenle beynin çalışma prensibi karaciğer ve böbrekten çok daha farklı… Bir kere fenomenal yaşantılarımızın aksine beyin çok daha kararsız bir yapıda… Örneğin “kızgınlık” dendiğinde evrensel bir duygulanımı anlıyoruz. Ama beynin kararsız kaotik yapısı gereği kızgınlığa neden olan evrensel beyin bölgelerinden söz etmek hiç de kolay bir şey değil. Kırmızı bir rengi tasavvur ettiğimizde ne olur? Diyelim kırmızı bir tenis raketini. Sonrasında ise kırmızı spor bir arabayı… Fenomenal algısal dünyada, kırmızılık durumu bu iki tasavvur arasında oldukça kararlı bir ortaklık, kesişmeye denk düşer. Ancak bu iki tasavvurun beyin bölgelerinde nöral etkinlik olarak yansıması o kadar farklı olacaktır ki; iki olaydaki niteliksel bariz “nesnel öznel” benzerlik beyin imgelerine aynı şekilde yansımayabilecektir. Buradaki apaçık duyusal olarak kavrayabildiğimiz ortak kırmızıyı beyindeki durumlardan ya da beyin verilerindeki örüntülerden çıkarabilmek hiç de kolay olamayacaktır. Bu durum beynin kararsız durumuna, kaotik örgütlenişine ve karmaşıklığına işaret eder. Buna göre benzer olaylar minik bir farkla çok farklı beyin etkinliklerine neden olabilir. Kararsızlıktan kasıt budur. Ayrıca bu iki olayı aynı kişiye bir gün sonra gösterseniz de, farklı nöral etkinlikler gözleyeceğinizden emin olabilirsiniz. Bilişsel duruma, bireye, zamana göre büyük değişiklikler gösteren nöral etkinlikler zihinsel faaliyetler için kati olarak gerekli değil de zorunsuz (contingent) bir örtüşmeyi ifade ediyor olabilirler.

Bir de dilsel, bilişsel ve hareketsel olarak herhangi bir insandan görünürde pek farkları olmamalarına rağmen serebellumu (beyinciği), beynin bir yarım küresi ya da bazal gangliası bir hayli eksik olan vakıalar var. Bu da 19. yy boyunca kabul gören, kafatası ölçümüne dayanan frenoloji’yi andıran nöral kaynak lokalizasyonun beynin temel işlevini anlamada büyük ölçüde yetersiz olduğunu açıkça gösteriyor.

Ayrıca bir zihinsel olay (diyelim bir telefon numarasını akılda tuttuğunuzda) beynin çok farklı bölgelerinde etkinlik artışları ile birlikte olurken; bir beyin bölgesi de birden fazla farklı zihinsel olayla birlikte aktive oluyor. Örneğin kızgınlık da, tiksinti de, korku da amigdalada benzer nöral etkinliklerle karşılanıyor olabilirler. Yani zihinsel olayların beyindeki korelatları gerçekten çok karmaşık, zorunsuz ve “connectivity” gibi yaklaşımlarla açılımlar yakalansa da, bire bir ilişkiyi yakalamak zor. Zira beyinde olup biten fazlasıyla kaotik ve kararsız…

Tüm bunlar beyindeki fiziksel / kimyasal etkinliklerin zihinsel süreçlerle ilişkili olduğunu söylüyor ancak bu “fiziksel” olanın nedenselliğine dair bir kanıt olduğunu söyleyemeyiz. Bu yanılgıya, yani “Cum hoc ergo propter hoc” = “with this, therefore because of this” yanılgısına düşmemek için Aristoteles’in verdiği sabahları erken öten horoz örneğini verebiliriz. Horoz her sabah düzenli olarak ötüyor diye, güneşin doğuşuna “sebep” olan horozun ötüşü değildir. Elbette horoz ve sabah özdeş de değildirler!

Dolayısıyla zihinsel faaliyetlerle birlikte gözlemlenen beyindeki nöral korelatlar, zihinsel olayları anlamlandırmada bize elbette yardımcı oluyorlar ama bu onların zihinsel durumları kendi başlarına belirledikleri ve tek başlarına “açıklayıcı” olacakları anlamına gelmez.

Toparlayalım…

  1. Materyalizmin zihin felsefesindeki ortodoks, hegemonik görüşü olsa da; beyin indirgemeciliği, sıklıkla anlatıldığı ve anlaşıldığı üzere zorunlu olarak tek geçerli materyalizm anlamına gelmez. Maddenin herhangi bir formunu abarttığınızda (bu beyin gibi önemli bir organ, kompleks olarak organize olmuş nöral ağlar yumağı bile olsa), bu dış gerçekliğin taraflı olarak bir yanını abartmak olur. Tüm dünya (kozmos) herhangi bir forma bağlı kıldığınızda, tersinden idealizm yapıyorsunuz demektir. Çünkü ironik olarak beyni, aşkınlaştırırsınız. Öyleyse hiç değilse; izole bir beyinin aktivasyonunda ziyade; tek bir beyin diğer beyin – bedenlerle ve çevre ile birlikte değerlendirilmeli.
  2. Tüm bu dediklerimden sorunu karşılayan doğa dışı ya da doğa üstü bir cevap elbette çıkmaz. Tanrı gibi doğa dışı, aşkın bir fail varsayımı bize ekstra hiçbir bilgi vermiyor: ne fiziksel, ne biyolojik, ne de bilinçlilik olgusuyla ilgili… Sorunun cevabı doğaya içkin olarak aranmalıdır. Bilimsel bilgiye olduğu gibi hapsolarak değil ama daha kapsayıcı ve açıklayıcı bir ontoloji arayarak…
  3. İndirgemeci fizikalistlerin / materyalistlerin yaptığı gibi beyin – zihin arasındaki ontolojik uçurumu yok sayarak (ki bu akademik dünyada siyaseten doğrucu, garantici bir tutuma denk düşer), sorunu çözemeyiz; aksine onu görmezden gelir, ıskalarız. Bu durumda indirgemeci materyalizm, muhafazakardır; bilimin gelişiminin; onun önünü açacak paradigmaların kurulmasının önünde engeldir. Bu nedenle felsefenin görevi yamaklık yapmak değil bilimin eksik, hatalı kabullerine entelektüel bir cesaretle işaret etmek; bu limitleri dikkate alarak daha kapsamlı bir metafiziğin kurgulanması, inşaası yoluna girmek olmalıdır. “Kral çıplak!” demekten korkmamalıyız!

Tolga Esat Özkurt

felsefe · yeni

Güneşin altında yeni bir şey var mı?

Üç sene evvel tanınmış denebilecek bir düşünürle barda oturuyor, sohbet ediyorum. Bana “derdimin ne olduğunu” soruyor. Tabii kişisel derdim değil “felsefi” derdim… Araştırıp, üzerine gitmek istediğim sorun ne? Afallıyorum. Ona belli etmiyorum tabii. Geveliyorum bir şeyler.

Ona şu an anımsayamadığım pek çok şey söylediğimi ama en azından kendimi tatmin edici bir yanıt veremediğimi hatırlıyorum. Bugün derdimi tanımlamak zorunda kalsam “yeni”yi seçerdim. Ne oluyor da “yeni olan” sürekli, durmadan ve her yerde zuhur etmekten kendini alamıyor bir türlü?

Yeni’nin doğmasına sebep olan “şey” tam olarak ne? Buna biyolojik olarak bakılabilir: Örneğin, cansız doğadan sayısız “farklı” tür nasıl oluyor da meydana çıkıyor; yok oluyor ve yeniden ortaya çıkıyor gibi sorulabilir. Ya da sosyolojik olarak diyelim egemen ideolojide Fransız devrimi öncesi ve sonrası monarşiden demokrasiye “ani” geçiş tartışılabilir.

Baş döndürücü değil mi? Çevremize baktığımızda yeniyi her zaman ve her yerde görmek mümkün. Adeta yerinde duramayan histerik karakterde bir doğa varlık (natura naturans) görüyorum, kendi adıma. Elbette olup bitene Tanrı gibi doğaüstü değil; aşkın olmayan tamamen natürel, doğaya içkin yanıtlar arıyorum. Dikkatli bakılsa ve tefekkür edilse, en büyük mucize doğanın ta kendisinde. (Mucize diye bir şey, bu babda anlaşılırsa, var.)

Parmenides’ten beri bu dediklerimin aksine her şeyi “sabit”, değişmez görmek de mümkün. Örneğin varoluşçuluğun adeta kadim metni sayılabilecek, okuyunca keyif aldığım Tevrat’ın Derlemeci ayetinde şöyle deniyor:

Önce ne olduysa, yine olacak.
Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak.
Güneşin altında yeni bir şey yok.
Var mı kimsenin, “Bak bu yeni!” diyebileceği bir şey?
Her şey çoktan, bizden yıllar önce de vardı.

Çok çekici, edebi olarak müthiş lezzetli cümleler bunlar… Gerçekten de biraz önce dediğimin aksine deneyimlediğimiz pek çok şey aynı olarak “duyumsanabilir”. Tüm kahverengi yeleli atlar farklıdır ama biz ona bir tek isim veririz – nerdeyse hepsi bizim için aynıdır. Tüm Çinliler en az Beyazlar kadar farklıdır; ama her nasılsa beyazlar Çinlileri ya da Afrikalı zencileri ayırt edemezler. Onlara genel isimler verirler. Çünkü “dikkat kesilmediğimiz” uzaktaki pek çok şeyin farkı bizim için yaşamsal olarak, reelde “önemli” değildir. Bu tür farklılıklar zihnimiz için ekstra ve pahalı bilişsel yük demektir. Bu yüzden, kognitif bilimcilerin de onaylayacağı üzere zihinsel aygıtımızda vuku bulan dikkat süreçleri, aslında süzgeçleme operasyonlarından başka bir şey değildir.

Tüm bunlar şeylerin değişmediğini değil onları aynılaştırmanın, genelleştirmenin, indirgeyip bir kaba koyarak değerlendirmenin epistemik bir alışkanlık ve aslında alışkanlıktan çok ötede epistemik bir zorunluluk olduğunu söylüyor. Bu tür genellemeler olmasa soyutlama da mümkün olmayacak; gündelik bilgi de, modern bilim de… Gündelik hayatta anneniz bir sonraki günkü anneniz değildir örneğin. Ama siz ona (eğer nörolojik bir bozukluğunuz yoksa) ömrünüz boyunca “anne” diye seslenirsiniz.

Demek ki isim koymak epistemik olarak zorunlu. Zira isim koymak için değişmezler aramak zorundayız. Fakat bu, şeylerin baş döndürücü olarak sürekli değiştiğini ve onlar arasındaki “fark”ın kıymetini yadsımaz. Fark olmadan değişim de olmazdı. Dinamik olan fark’tan kaynaklanıyor.

Bu değişikliğin çok büyük kısmı bizim bilişsel mekanizmamıza çarpmadan, biz olup biteni fark etmeden oluyor. Zihnimiz değişimi bireyin kendi işine gelmediği sürece “görmezden gelmeye” programlanmış gibi… İstese ve evrimsel oyunda kullanışlı olsa bile kavrayamayacağı duyusal – bilişsel sınırlıkları bir tarafa koyarsak; evrimsel fayda sağlamayacak değişiklikleri bilince çıkarmayı zihnimiz reddediyor, i.e., bilinçdışı süreçler söz konusu oluyor. Konformist bir beyin – bedenimiz var. Enerjisini har vurup, harman savurmuyor (savuramıyor).

Ez cümle, değişmez olanları görüp tüm şeyleri ortaklaştıran zihinlerimiz, değişmekte olanda değişmezleri arıyor ki; çevrede olup bitenlere adapte olsun. Değişmezler genelleştirmelere yol açıyor – böylece (aksi gerek olmadıkça) zihinsel mekanizmamız hayli muhafazakar ve cimri bir epistemolojik aygıt olarak şekilleniyor. Zira bilmek, ancak ve ancak değişmekte olanda değişmez olanları saptayıp, kaydetmekle mümkün. Bu da değişmeyen referans noktaları gerektirir. Referansınız yoksa düşünemezsiniz. Yoksa dur durak bilmeyen olmakta olan (becoming) beyin – bedeni kaosla boğar.

Platon’un asıl derdi de buydu, sanıyorum.