Sonradan gelen edit: Söz konusu konuşma buradan görülebilir.
—
İlk olarak en önemli iki temel soruyu soralım “nedensellik” mevzuuyla ilgili:
1) Nedensellik, doğaya mı zihne mi içkin?
2) Nedensellik determinist mi yoksa stokastik bir dünyada mı anlamlı? (Buradan dünyadan kastım gezegen dünya değil tabii.)
Hemen “taraflı” kendi yanıtlarımı en önceden vereyim:
1) Nedensellik diye bir şey doğada yok; o bizim “zihinlerimizin” bir ürünü, spesifik olarak anlamanın, daha da spesifik olarak öngörünün. (Sadece bizim türümüzün değil, mesela Schopenhauer’e göre hayvanlar için de aynı şey geçerli. Ben de aynı fikirdeyim.)
2) Determinist nedensellik, sosyal ve doğal bilimin mercek altına aldığı pek çok alan için günümüzde yeterli epistemik güçte yöntemsel bir araç değil. Bunun için verilebilecek en iyi örnek ortamlardan biri de beyin. Bu nedenle “mecburen”, nedensel ilişkiyi olasılıksal modeller ekseninde değerlendirmek gerekir. Belki de uzak olmayan gelecekte nedensellik mefhumu bilimsel yöntemde tamamen rafa kaldırılacaktır, kim bilir.
Nedensellikle ilgili ilk kayda değer görüşleri olduğunu bildiğimiz ilk kişi sanırım Aristoteles. Sonrasında Gazali’nin nedensel ilişkinin olmadığı fikri, Tanrısal olana bağlamasından dolayı “akıl dışı” bulunsa da; kavramın tarihsel gelişiminde aslında büyük önemi var görünüyor. David Hume’un Gazali’yi bildiğine dair destekli bir takım söylenceler var. Onun şüpheci yaklaşımı olmasa, Kant kendisinin aynı eserde belirttiği gibi Kritik’i de yazamayacaktı büyük ihtimalle. Bu dediğim birkaç önemli kişi nedenselliğin “nedensel” zincirinin esas halkaları bir bakıma. Ben kendi adıma Schopenhauer’i ve Nietzsche’yi de o halkaya hiç çekinmeden yerleştiriyorum.
Burada nedensellik teması etrafında felsefe tarihinden uzun uzadıya bahsedecek değilim. Felsefeci değilim, felsefe alıp satmıyorum sonuç olarak… Kafamı konuşma öncesi netleştirmeye çalışıyorum sadece.
Klasik nedensel ilişkinin, yani A ve B gibi müteakip iki düzenli olayın etrafında bir nedensellik çıkarımını yapamayabileceğimizi söyleyen David Hume, müteakiplik (ardardalık) haricinde mekan – zamanda temas ya da bitişiklik (contiguity) ve sabit olarak A ve B’nin birbirine düzenli bağlılığı (conjuction) gibi iki şartın daha “nedensellik” mevcudiyeti için gerekli varsayılmasını öne sürer. Tabii Hume, bu toplam saydığımız üç şartın A ve B (causal relata) arasındaki nedenselliğin geçerliliği için gerekli olsa yine de yeterlilik anlamına gelmeyeceğinin farkındadır.
Bu üç şartı kati olarak esas aldığımızda, çabucak Post hoc ergo propter hoc yanılgısına düşebiliyoruz. Sürekli dile getirilen basit bir örnek: Horozun ötüşü (A olayı) ve sabahın doğuşu (B olayı). Bu ikisi üç koşulu sağlar gibi ama sabahın doğuşuna neden olan horozun ötüşü değildir. Tabii bunun gibi bilim tarihinden pek çok örnek verilebilir. Tıp dünyasında 1980’lere kadar ülsere neden olanın stres, anksiyete ya da kahve/alkol içmenin olduğunun düşünülmesi gibi. Bunun böyle olmadığını ülsere neden olanın aslında H. pylori isimli bakteri olabileceğini, Avusturyalı Barry Marshall isimli bilimci gösterdi. Bunun için kendini denek olarak kullandı. O bakteriyi önce kendine şırıngaladı, kısa sürede ülsere yakalandı. Sonra ise bakteriyi elimine edecek antibiyotiği kullandı ve halla hop tereyağlı ballı ekmek, ülser bitti gitti. Demek ki H. pylori (A), ülser’e (B) neden olmaktaydı. Stres ve anksiyete ise ülserin yaratacağı rahatsızlıkla birlikte gelecektir sadece. İşte burada ikisi arasındaki korelasyon, bilim dünyasında bu ikisi arasında bir nedensel ilişki yanılgısına düşülmesine yol açmıştır. Kahve ve alkol ise sadece meydana zaten gelmiş olan ülserin semptomlarını daha da kötüleştirmektedirler; ülserin neden – sonuç zincirinde yer almazlar. Demek ki bilimde fenomenler (görüngüler) arası nedensel ilişkileri ortaya çıkarmak (inference) hiç de kolay bir iş değildir; meşakkatli araştırmalar sonucu elde edilebilir. İnsan algısında ve idrakında yanılgılar istisna değil de kural olduğundan, hiç şüphesiz, şüphe bilimcinin en kudretli silahıdır.
Sürekli değişmekte olan ya da olmakta olan dünyamızda, karmaşık sistemlerde klasik nedensel ilişki yakalamak zordur. Buradaki bit yeniği, tanıma bakarsak hemen anlaşılır olacak:
“Ceteris paribus” (A ve B hariç geri kalan her şey aynı kaldığında), her A olayı olduğunda, onu B takip ediyor ise: A olayı B olayına neden oluyordur:
A (neden) —> B (sonuç – eser – etki )
Halbuki, A ve B gibi 2 olay haricinde koskoca arka plan hiçbir zaman sabit kalmaz; bir ırmakta bir kez bile yıkanılmaz, vs. vs.
Fakat madem nesnel dünyada nedensellik yok; nasıl oluyor da nedensellik açıklamalarımızda işe yarıyor, değil mi? Daha da önemlisi nedensellik yoksa nedensel çıkarımın pek çok kez işimize yaramasını ne’ye bağlayacacağız? Olan biten ne ki!?
Olan biten, bence dinamik güç süreçlerinden ve onların etkileşimlerinden başka bir şey değildir. Nietzsche öğretmeninden aldığı ilhamla bu işi iyice geliştirmiştir ve ismine bildiğimiz üzere Güç İstenci (Wille zur Macht, Will to power) demektedir. Bu konuyu burada detayıyla açmayacağım, biraz değineceğim. Mesela şu alıntıyı vermek fena olmayacaktır:
“İki müteakip (birbirini izleyen) durumun birinin neden, diğerinin sonuç (eser) olduğunu söylemek yanlıştır. İlk durum hiç bir şey getirmemekte, ikinci durumu da hiçbir şey meydana getirmemektedir. Esasen olan iki birim arasında olan eşitsiz bir güç mücadelesidir; birbirlerine göreceli kuvvetlerine bağlı olarak, güçler yeniden tanzim edilir. “ (WZM, 633; benim çevirim)
Klasik fiziğin nedensel kapalılık ilkesi gereği, aşağı “mikro” düzeylerden, yukarı “makro” düzeylere doğru tek yönlü bir nedensellik varsayılır. “Overdeterminism” (Üstbelirlenim?) bu ilkeyi ihlal eder.
Örneğin, parçacıklardan (elektron, proton, quark vs.), atomlara, moleküllere, hücrelere, dokulara, organlara ve organizmalara uzanan bir yöndür bu. Gerçekten de, eğer üst düzey bir fenomeni alt düzeydeki nedenlerini belirleyebilirseniz, bu durumda onu bilimsel olarak açıklanabilir hale getiriyorsunuz demektir. Bilimsel indirgemeci açıklamada nedensellik ilişkisi mikro düzeyden makro fenomene doğrudur. Örneğin sıcaklığı, moleküllerin ortalama kinetik enerjisi olarak açıklamak gibi ya da ışığı elektromanyetik bir radyasyon olarak görmek gibi; DNA’yı genlerle açıklamak gibi…
Öyleyse, klasik fiziğin ya da genel olarak doğa biliminin bel kemiği bu nedensel ilişkileri kapsayan nedensel doğa yasalarının çıkarımına (inference) dayanır. Şimdi bahsedeceğim modelde ontolojik düzlemde bir “nedensellik” ilişkisi söz konusu ya da mevcut değil. (Bu türden klasik fiziğin öne sürdüğü tek yönlü bir nedenselliğin zaten farklı fiziklerde örneğim kuantum mekaniğinde geçerli olmadığını biliyoruz.)
Olan şey, fenomenler arası güç ilişkileridir, (etkileşim değil?). Bu güç ilişkilerinin nasıl bir “sonuca” meyledeceğini ise “çevre” belirliyor farz edeceğim. Çevre, fenomenler arası ikili (pairwise) ilişkinin çıktısının anahtarıdır. Öne sürdüğüm bu model aslında evrensel Darwinci evrimci çerçeveyle de uyumludur diyebilirim. (Bence uyumsuz yanları da var, ama konumuz bu değil.)
Güçler arası karşılaşmanın çıktısı nicel bir fark’a dayalıdır. Yani bir etkileşim değil, aralarında tabiri caizse, süreçler arası bir tür “kapışma” vardır denebilir. Söz konusu kapışmanın sonucu ise olmakta olan çevrenin istatiksel özelliklerine bağlıdır. Bir ceylan ve bir aslanı aynı çuvala koyarsanız, aslan ceylanı yer. Bunun tersini “normal koşullar” altında beklemeyiz. İşte makro düzeylerde “belirsizlik” azalmaktadır. Ama şartlar ani değişiverse, evrimsel koşullar “zayıf” görünenin ayakta kalmasına, çok güçlü olanın ise yeryüzünden silinmesine yol açabilir.
İşte, “belirli” dünyada A ve B fenomeni yan yana geldiğinde D olayı olmaktadır. Ya da (A U B) = C –> D ve biz hep C ve D olaylarını ardışık gözlediğimizde, bunlar bize “tek yönlü nedensellik” olarak görünmektedir. D, C’den fazladır.
Bu biraz canlılar dünyasında endosimbiosis olarak adlandırılan ilginç evrimsel “sıçramayı” çağrıştırır. Mitokondrinin (bu isimdeki önemli organelin) aslında ökaryotik bir hücre tarafından ele geçirilen bir bakteri olması gibi… Bakteri hücreye “yenik” düşmüş, kendi bağımsız emellerinin (purpose) kodlandığı genetiğini kaybetmiş, artık ökaryotik hücreye hizmet edecek şekilde kendi genetiğinden feragat etmiş, hücrenin bir nevi hükümranlığına girmiştir. Mitonkondrinin bir tür bakteri olabileceği görüşü 1890’da Richard Altmann adında bir Alman biyolog tarafından ileri sürülmüşse de, ancak 1960 sonrasında yani mtokondrial DNA’nın keşfinden sonra biyoloji çevresinde geniş olarak kabul gördü.
Yine Nietzsche’nin şu pasajında majör evrimsel bir geçiş olarak kabul edilen bu muazzam biyolojik olayın temel raison d’etre’ine görülebiliyor:
“Tahsis ve asimilasyon edimi, her şeyden önce, kendine tabi kılmanın bir ifadesidir; tebayı (tabi olanı) tamamen hakim olanın gücüne teslim olana kadar onu forma sokmanın, yeniden ve yeniden şekil vermenin sürecidir.” (WZM, 656)
İşte böyle dinamik varlıksal durumdaki nedensel ilişki çıkarımı ancak ve ancak, en azından günümüz doğa bilimlerindeki gelişim dikkate alındığında, ancak olasılıksal nedensel modellerle mümkün olacaktır.
Olasılıksal nedensellik kısaca şöyle tanımlanabilir: A olayı olduğunda B olayının gerçekleşmesi; A olayı namvcutkenki duruma göre daha olasıdır.
Ya da: P(B|A) > P(B|~A).
Burada deterministik ilişkideki zorunluluktan feragat edilmiştir.
Söz konusu olasılıksal modelin Bertrand Russell tarafından desteklendiği bilinmektedir. Russell, nedensel ilişki ile determinism arasındaki bağı koparmak gerekliliğini vurgulamaktadır. Hans Reichenbach (ölümünden sonra 1956’da basılan) The Direction of Time isimli eserinde olasılıksal nedenselliğin kapısını açmıştır.
Kuantum mekaniğindeki günlük dünyamızdaki düzenliliğe ters olaylar dikkate alındığında “deterministik nedensellik” anlamsızlaşır. (Örneğin kuantum dolaşıklığında, biribirinden uzak parçacıklar arası bağımlılık ilişkisi ya da Heisenberg belirsizlik prensibi dikkate alındığında…) Beyinde de durum çok farklı değildir bence, deterministik nedensellik yeterli bir araç değildir beyindeki olayları açıklamak için…
Niye? Şimdilik 4 sebep verelim:
1) İki beyin bölgesi arasında tek yönlü bir işlevsel ilişki yoktur. İlişki karşılıklıdır. Bir A beyin bölgesinin (nöral popülasyon) etkinliği, B beyin bölgesini uyarabilir. Tersi de olabilir.
2) Bir A bölgesinin etkinlik durumu tek bir bölgeye bağlı değildir; birden çok bölge ile olan ilişkisine bağlıdır. Bu nedenle, nörobilimcilerin tasdikleyeceği üzere beyini anlamak için bağlantısallık (connectivity) kritik önemdedir.
3) Bir nörondan diğerine olan “etki” eşik altı seviyesinde olduğunda, görünür değildir. Çünkü nöronların etkinliğini, enformasyon iletiminin temel yapıtaşları aktivasyon potansiyellerinin 0 – 1 ikili olduğunu kabul ediyoruz. Öyleyse nöral popülasyonlar arası nedensel etkileşimler sonuç ya da çıktı vermeyebilir; beyinde bir işleve neden olmayabilir.
4) Beyinde hiçbir olay düzenli değildir. Tam tersine, bireye, bireyin bilişsel, duygusal durumuna göre sürekli değişmektedir. Düzenli ve hatta evrensel bir beyinden söz edilemez. Sadece dinamik bir sistem olarak tasavvur edilerek, onda bazı düzenlilikler çıkarılabilir ve bu çıkarımlar da “olasılıksal” (kesinliksiz) olmak durumundadır. Örneğin, gözümü kaparsam oksipital bölgedeki alfa bandı etkinliği “çoğunlukla” artar, artma eğilimindedir ama artmadığı pek çok durum vardır. Son dönem nörobilim literatüründe Granger – Wiener anlamında nedensellik çıkarım yöntemlerinin kullanımı bu yüzdendir.
Şunu vurgulamadan edemeyeceğim. Bence “dünya” ne deterministik ne de olasılıksal (şansa bağlı)… Sadece ikincisi onu anlamamız için daha “işe yarar” araçlar sunuyor bize. İlki, sadece evrimsel olarak uyum sağladığımız makro düzeylerde etkili olabilir. Klasik fizik için deterministik dünya varsayımı bu nedenle anlamlı olmalıdır. Ancak uzay – zamanda ölçekleri değiştirdiğimizde, çok küçük (parçacıklar) ve çok büyük (galaksi) dünyalarda deterministik nedensellik çıkarımları çökebilir ve çökmektedir! Zira, evrimsel olarak böyle bir yetiye ihtiyaç duymadık.
İyi biliyoruz ki, 15. yüzyıl sonrası İtalyan topraklarında “olasılık teorisi” kumarbazların kağıt oyunlarında daha fazla kazanabilmelerini sağlamak üzere doğdu. Ama aynı teori, beşyüz yıl sonra kuantum mekaniğinde dalgacık işlevlerini tanımlamak için de pek ala gerekli oldu. Dünyamız olasılıksal da değil;evet Einstein’ın dediği gibi “Tanrı zar atmıyor” ama benim kastettiğim onunkinden radikal olarak farklı: Öyle harmonik, düzenli bir dünya da yok. Yani Tanrı zar atmıyor tamam ama başka hiçbir şey de yapmıyor! Tanrı bir hayli tembel olmalı.
Söylemek istediklerimi tamamlamadım henüz. Devam edeceğim.