eleştiri · iç döküş · ironi

Tanrıların kahkahası üzerine her demet zalim felek

Trajik her şey bir noktada aslında çok komik. Misal bir gün yerlerin ve göklerin yaratıcısı heybetli Tanrı çok sevdiği insanların günahlarının kefaretini ödemek istemiş ve kendinin enkarne ettirip, dona girmiş ve çok sevdiği oğlunu çarmıhta gerdirmiş. Oğlan ise ölmezden hemen önce: “Baba baba beni niye bıraktın?” diye haykırmış. Hakikaten komik. Yüce olarak kabul gören her şey ve pek çok şey gibi. Aşırı derecede ağlanabilen her şeye aşırı derecede gülünebilir. Her şey karşıtıyla birlikte var ve tam olarak komik.

Bir gün lisede şakacı bir arkadaşım minik bir buz parçası atıvermişti gömleğimden içeri. Acayip yanmıştım. Buz yakabiliyormuş diye de çok şaşırmıştım. Çok soğuk olan bir yerde çok sıcak.

Hitler’in ünlü şortlu resmi komik değil mi, en az bıyıkları kadar, intihar etmezden hemen önce metresiyle evlenmesi kadar komik bence. Stalin’in karısı öldükten sonra üzüntüden evinde kalamayıp, evine taşındığı bir arkadaşını yani Buharin’i aşağılayarak öldürmesi bir hayli komik değil mi? Zavallı Buharin’in mahkemede kendini, Lenin’i, işçi sınıfını  ve devrimi filan savunmaya çalıştıkça merkez komite üyelerinin ona sinik sinik gülüp durmaları… Aslında Sovyetler Birliği tarihi doğru okunursa fena komik bir tarih.

Devrim ertesi idam cezasını kaldırıp beyazlara karşı verilen iç savaşta ordudan kaçanları kurşuna dizmeleri de öyle. Yıllar sonra finalde Gorbaçov’un Pizza Hut reklamına çıkması ile bu gülünçlük doruğa çıkıyor doğrusu. Ya ondan yüzlerce yıl önce genç dostuna aman devlete ve iktidara çok yaklaşma yoksa seni yakar diye uzun uzun ahkam kesip tavsiyeler eden Seneca’nın Roma imparatorunun eliyle idam emri verilip, zehirlenmesi nedir allah aşkına?

Başkalarına verdiğimiz büyük derslerden kendimiz çok fena çakıyoruz. Yaşam Seneca’yı haklı çıkardı çıkarmasına da, bunu komik bir şekilde onun kellesi üzerinden yaptı. Tanrıları güldürmek için mi yoksa bunca kepazelik?

Yine lise yıllarında şu olaya ağzım açık tanık olmuştum. İki lise üniformalı kız arkadaş ağladılar da ağladılar, zırlayıp durdular gözleri kızarıncaya kadar sonra da kahkahalarla gülmeye başladılar ve bu bir süre böyle gitti, neden olduğunu hâlen bilmiyorum, sormaya cesaret edemedim tabii. Ağlamaktan kahkahaya geçtikleri o ara yer, eşik noktası… İşte aydınlanma tam o noktada! Buda’nın aha ben Nirvana’ya ulaştım, aştım ben aştım, artık o samsara denen uğursuz döngüden çıktım, bak Buda oldum işte dediği gibi an’a benzer bir an.. Belki ondan sağda solda bu kadar çok gülen Buda heykelleri var, kim bilir? İsa’nın gülen portrelerinin ise nerdeyse hiç olmaması Katolik ve Ortodoks kiliselerinin ahmaklığına delalettir.

Kafka kitaplarını yazarken geceleri kendini tutamayıp gülme krizlerine girermiş. Sabah kalkınca böceğe dönmek komik değil mi gerçekten? Philip Roth Kafkaesk metamorfosisi bir üst düzeye çıkarıp, sabah kalkınca bir kadın memesine dönüşen bahtsız adamı yazmıştı. Adamın babası oğlunun koca bir meme olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyordu. Kabul etmek istemiyorsun. Ağlıyorsun. Sonra kabul etmemenin çok saçma bir şey olduğunu fark edince. Koy veriyorsun kahkahayı. İşte Budist farkındalık!

Former Soviet Leader Gorbachev Starred in a Pizza Hut Commercial in 1997 -  Eater
Son Sovyet lideri Gorbaçov’un Pizza Hut reklamı

Kabul et yani kardeşim. Yaşam komik. Çünkü ölüm hep işin var içinde, an be an var, hep ölüyorsun ve hep doğuyorsun nefes alıp verdikçe ama yine de ölmekten çok korkuyorsun, sonra dünyanın başına dert oluyorsun bu korkudan. Yetmiş küsur yaşında eşekler köyünü boylaması an meselesi bir adamın trilyonlarca parası olduğu halde tek derdinin para ve güç olması nasıl bir saçmalıktır? İşte diyorum, bu zamanda, rasyonalite diye tutturanlar kendilerini akıl dışılığın en ucunda buluyorlar. Gizemden kaçayım, demistifiye edeyim diye kırk takla atıp en fena irrasyonel çıkmazlarda buluyorlar kendilerini. Kaçtıkları yere mutlaka varıyorlar. Çünkü dünya bir tahterevalli kardeşim, uçlarından basarsan, en yukarının aynı zamanda en aşağı olduğunu gösterir sana. Buna tarihi ironisi mi diyorlardı, ne.

eleştiri · iç döküş · yazı

Neden yazıyorum

Writing Drawing - New Yorker May 2nd, 1977 by Charles Barsotti
New Yorker (1977)

George Orwell aynı başlıklı (Why I Write) kısa denemesinde yazmayı sağlayan dört itkiden söz ediyordu: katıksız egoizm, estetik coşku, tarihsel itki ve politik amaç. Bu sayılan dört temel itkiyi farklı oranlarda bir yazarda bulunan bileşenler olarak okuyabiliriz.

Yakın zamanlarda arkadaşlarımla bu soruya dair laf ediyorduk. Hakikaten neden yazmalı ya da daha da önemlisi yazmalı mı, yazmaya bir lüzum var mı? Bir arkadaşım “yazmadığında yaşayabiliyorsan zaten yazma”ya getirdi sözü. Diğeri ise, “gelecekteki dostlar için yazmak gerekir” dedi.

İlkinin söylediği gibi yazının öyle yaşamsal önemde olduğundan pek emin değilim. Tersine, kendi adıma yaşamı yazının önüne almayı tercih ettiğimden, yazı yaşamı engelliyorsa, yazmayı o noktada kesmek gerektiğini düşünenlerdenim. Yazmaya gereğinden fazla kutsiyet atfının kaynağının da Orwell’in “katıksız egoizm” dediği dürtünün etkisinde kalmış yazarların bir tür bilinçli ya da bilinçsiz propagandası olduğunu sanıyorum. Bunlar bir de ölümsüzlük gibi beyhude ve trajikomik denebilecek nitelikte budalaca amaçlar edindiklerini de söylerler etraflarına. Yazma motivasyonları ağırlıkla bu dürtünün egemenliğinde olduğundan, zorunlu olarak yazmak edimini yaşamsal bir fonksiyona bağlamış olmalılar. Dikkat ederseniz, bu gerçekten keskin bir cümledir. Yaşam, yazmak dahil olmak üzere tüm kurgusal edimlerin ya da daha genel olarak lafların ve hatta hikâyelerin dışında bir yerde durur. Yazmak zorunda olarak yaşayan birinin yakın arkadaşı dahi olmak zor olmalı. Böyle birinin kuvvetli patolojik narsisistik eğilimleri olacağından, burnundan kıl aldırmayan, çevresine bazen aşırıya kaçmış bir nezaket bazense tersine bir kabalık olarak eziyet eden bir zavallı olması kuvvetle muhtemeldir. İşin kötüsü, çağımız birey ve grup narsisizmini zaten fişeklediğinden, bu yazarımız artık kendi narsisizmleri okşanmaksızın koşulsuz övecek bir okur kitlesinden de mahrum kalmaktadır. Sosyal medya çağında iyice zirveleşen birbirlerini “layklayıp” duran yazarlar ve okurların durumu, narsisist grandoise yazarın haşmetli nişanını söküp almakta, bu yazarlar (ama okumazları)  birbirlerini eşgüdümlü olarak esasen içerikten gayrı olarak övüp duran bir tuhaf güruha indirgemektedir.

İkinci arkadaşımın “gelecekteki dostlara yazmak” vurgusunun ise daha çok Orwell’in tespit ettiği tarihselci itki kategorisine yakın olduğu görülüyor:  “Şeyleri oldukları gibi görme, gerçekleri bulma ve gelecek nesillerin kullanımı için saklama arzusu.” Bu itkininse ilkinin aksine çağımız kurmaca yazarlarında daha nadir görüldüğünü düşünüyorum. Ötekini önemseyen bir duruşu vurguluyor zira. Söz konusu itkinin, onun gibi ötekini önemseyen politik itkiden ayrı düşen yönü ise bugüne güvenmeyen bir tür melankoliyi barındırması. Melankolik ama aynı zamanda umutlu, zira kendini en azından geleceğe aktarabileceği duygu – fikirleri kavrayabilecek hayali okur dostlarına havale ediyor. Genellikle kötümserlik zamanlarında belirir böylesi bir hâl-i pürmelâl. Örneğin Sovyet devrimi hayal kırıklığını yansıtan Biz isimli distopik romanını kaleme alan Yevgeni Zemyatin ya da Nazizmin katlettiği günlüklerinden tanıdığımız Hollandalı Yahudi kız çocuğu Anne Frank gibileri anımsatıyor yazarın bu türden motivasyonu.

Bilhassa dünya savaşı sonrası kuzey batı Avrupa ülkelerinde, Almanca ve ailesi dillerde yazılmış eserlerde görülen “kimseye, çağa ve hatta uzaktaki bir medeniyete dahi güvenmeyen” denebilecek keskin bir yabancılaşmayı içinde barındıran yazarın motivasyonunu nereye koyabiliriz? Bu tür eserlerde biçimde özgünlük göze çarpar genelde, mesela bunların şahikası ve hatta öncüsü sayılabilecek Kafka’nın romanlarında olduğu gibi. Her ne kadar Kafka’nın “Umut var elbette, ama bizim için değil” deyişi belirsiz bir zamana yönelik çok cılız bir umudu işaret ediyor görünse de, aslında eserlerinde bir umut aramak ya da karakterlerin herhangi biriyle özdeşleşmek beyhude desek, yeridir. Kafkaesk olarak kabaca tasvir edeceğimiz bu tür yazında, egoistik ve estetik kaygıların da öyle çok önplanda olmadığını düşünüyorum. Estetik coşkuda hiç de eksik olmayan yazar çığlığı dahil yok mesela bu metinlerde. Metindeki olası çığlıktan ötürü yazarda olduğu kadar yazarla bu sayede özdeşleşen okurda bir rahatlama doğacaktır zira.

Bu postmodern çağa ve kuzey-batılı yazarlara daha özgü motivasyonu karşılamak için Orwell’in listesine, “rahatsız edicilik”i eklerdim, herhalde. Peki yazar neden okurunu rahatsız etmek gibi saplantıyı barındırmaktadır? Yabancılaşmayı okurun yüzüne vurup, Brechtian tarzda kuvvetli bir politik kaygıyı bile taşıdığı söylenemez bence. Burada yazar, belki de yapacak başkaca da bir şey bulamamaktadır. Ancak ilk arkadaşımın dediği gibi, “yazmadan yaşayamaz” diyemeyiz onun için yine de, yazar zaten yaşayamamaktadır ve belki sadistçe bir itkiyle okurun da yaşamaz olduğuna, gırtlağına kadar battığı bir kanalizasyon çukurunun içinde nefessiz kaldığına onu ikna etmek istemektedir.

Orwell’den aşırdığım bu postun başlığının biraz olsun hakkını vermek için, şimdi benim için en zor olana, kendi temel motivasyonuma geleyim.

Çocukluğumdan beri yazmaya meylim oldu, ilk yayınım on dört yaşında lise dergisinde düşünce özgürlüğünün sınırları üzerineydi. Ancak yazının asıl büyüsünün ifade etmekten ayrı bir niteliği olduğunu çok sonra anladım. Yazı yolu ile düşünceyi ifade etmek ve açıklamak girişimi, örneğin teknik yazılarda, gazete sütunlarında, bilimsel makalelerde sıkça yapılır. İfade etmek yolu ile yapıldığı üzere dünyayı tasvir etmek haricinde yazıyı bir de dünyaya bir yanıt verme girişimi olarak düşünebiliriz. Bu noktada yazının nesneyi (bu nesne sizin duygusal dünyanız da olabilir, ağaçlar kuşlar böcekler de) betimleme girişiminin ötesinde, bizzat kendisini bir nesne hâline getirebilmesinden bahsetmek istiyorum. Böylesi bir nesneyi inşa etmeye koyulduğunuzda, egonuz ister istemez devre dışına çıkmaya başlayacak, içinizde barındırdığımız tinsel çokluğa yer vermek zorunda kalacaksınız. Çokluk olarak adlandırdığım bu ötekilerin kaynağına ise ister bilinçdışı süreçler deyin, ister Tanrı ya da tanrılar…

Bu olduğunda, yazar alışkanlık hâline getirdiği kendi gündelik düşünme biçimine meydan okuyan, kendi içinde ama yine de kendine yabancılaştırmış olduğu, zihninin pek fazla girilmemiş örümcek ağlarıyla kaplı izbe odalarda barınan; egoistik merkezinin kaidelerine, prensiplerine, alışkanlıklarına muhalefet eden seslere yer vermek durumunda kalacaktır. Böylesi bir yazı tamama erdiğindeyse, yazarının alacağı keyif şaşırmakla koşut gider. Çünkü şöyle bir soluklanıp, yazdığı metne göz attığında kendisinden böyle bir ses çıktığına inanamayacaktır. Sanki yazarının kendi kontrolünden çıkmış yazı, direksiyonu kendi eline alıp kendi kendini yazmaya başlamış; yazarının tüm planlarını, varsayımlarını, gündelik hayatta varsaydığı zamansal – mekânsal koşullanmaları altüst etmiş gibidir, öyle ki bu sürecin sonunda sanki kendinden olmayan bir çocuk, bir hilkat garibesi doğurmuştur yazar. Böylece en başta yazanı olmak üzere bir dönüşüm potansiyeli taşıyan bir eser ortaya çıkar. Yazının büyüsü tam olarak bence bu olmalı. Bu büyü de yazarı içten içe gıdıklayan ve yaptığı edime neredeyse gizemli bir güç katan en temel itkilerden biri olmalı, kanımca.

Böylesi bir itkinin sonucu çıkan eserin, yazanın üzerinde olduğu kadar okuyucularda da terapötik (sağaltıcı) bir etkisi olabileceğini öngörmek zor değil. Yazı böylesi bir etik düzlemde yazarın ve onunla birlikte okurun temel fantezisini onaylamayacaktır. Aksine sınırlarını zorlayacak, temel fanteziyi bozacak, ancak bozarken de “alçalma” gibi bir poetik romantik izleğin peşine takılmayacaktır. (Rene Girard’ın romantik yalan diskuru geliyor tabii akla burada.)  Yükselmeler kadar alçalmalara da yol açacak estetik coşku abartısının en tehlikeli tarafı, yazarı ve yazıyı ötekilerden ayıracak narsisistik bir zemine kaydırma ihtimali olmalı. Yazar kendisine ironik bir mesafe koyamazsa, tinsel çoklukla karşılaşma şansını elden kaçırır, onunla kendini ve metnini devindiremez. Ötekinin (sistemin, kadınların, erkeklerin, ebeveynin, patronun, dünyanın, kaderin vs.) eleştirisi son kertede kendisinin de eleştirisi anlamına gelemiyorsa, birliğin ve gayrılığın özdeşliğinin ayrımında değilse eğer, yazı hakikate sırtını dönmüş çok bilmiş, sevimsiz bir çıktıya döner.

Öyleyse tanrıları güldürebilmek, başlı başına iyi bir yazma motivasyonu olmalı.

iç döküş · şimdiki zaman

Umut

Leonard Cohen’e bir röportajda soruyorlar. “Neden kötümsersin?” “Kötümser, gelecekte bir fırtınanın kopacağını, sağanak yoğun bir yağmurun yağacağını düşünür. Ben ise en başından beri sırılsıklamım”, mealinde bir şeyler söylüyor.

Belli ki uzun bir süredir büyük bir yıkımın eşiğindeyiz. Bu ilk kez olmadı. Tüm dini ve mitolojik hikâyeler bu tekerrür edip duran yıkımın insanın doğasına içkinliğini bize hatırlatıp, durdular. Tevrat’ın en tanıdık ilk kitabı Genesis’i hep bunun hakkında mesela. Cennetten kovulmadan başlayıp cinayete, sürgüne, ihanete, yalana, dolana, katliama, açgözlülüğe, güç seviciliğine, yıkıcılığa hep işaret eder. Bir takım “kötülerde” değil, en seçilmişlerde, peygamberlerde dahi bu günahın en ağır şekillere işlendiği öykülenir.

mde
Lucas Cranach der Ältere, Adem ve Havva, 1526         (National Gallery, London)

Söz konusu olan, insanın hem toplumsal hem bireysel düzlemde asırlardır kendiyle mücadelesidir. Bize bu acayip zamanda miras kalan da bu işte. Tüm bunlara işaret ederken, “arabesk”, kibirli, sözde entelektüel itirazlar etmek, ve buna dayanarak mücadeleden vazgeçmek gibi bir tehlike de var. Hüznü etrafa caka satmak ve/ya onun kendisinde boğulmak için;  ya da kendisini “günahsız” sanmanın ben merkezli körlüğünde değil de, kendi hakikatimizi duyumsamak, eylediklerimizde sorumluluk almak cüreti için değerlendirmek gerek.

Beri yandan bakınca tüm o hikâyeler aslında evrimsel süreçte bizim kodlarımızda toplanan alışkanlıklarımızın sonucu olarak varlar. Bir nevi kendimize kendimizi hatırlatıyoruz. Fakat şimdi özellikle orta sınıflar “kaçmak” için yol arıyorlar. Belki imgelerde boğularak, belki kısa süreli hazlar peşinde koşarak ve etrafa yalandan bol emojili kahkahalar atarak… Ama kendi evlerinde, yani ruhlarında, için için ağlayarak…

“Yeni” Ahit’in teklifi bu yüzden olsa gerek, doğru yola sapmaya niyet ettiğimiz andan itibaren günahların silinmesidir. Bana göre geçmişin yükünün aslında şimdi’de varolmadığını; o yükü bunu idrak ettiğimiz andan itibaren yeni’ye dönüştürebileceğimizi, kurguları yok etmenin imkânlarını müjdelemektedir, İsa’nın çarmıhta gerilmesi… Kandırmacı bir iyimserlik içinde değil de, şimdi’de, tam bu anda bu yıkıcılığa karşı ses çıkarabilmenin imkanlarına işaret etmekte ısrar etmek gerekir. İşaret etmekle kalmayıp, tüm tavrımızla hüzünden bağımsız olmayan bir neşeyi etrafa yansıtmaktan kaçmayarak…

Kısa vadede umudum da yok, işin doğrusu. Belki mevsim sonbahar ondan. Belki savaş var; belki açgözlülük ve fanatizm her yerde muzaffer diye görüyor gözlüklerim. Ülkemde milliyetçiliğin bu denli satması bu yüzden. Sol ya da sağ, kadın ya da erkek, liberal ya da sosyalist, Kürt ya da Türk hiç bir tarafın diğerini dinlemeye bile tahammülünün olmaması… Bu ortamda ses çıkarsan, duyulabilir mi? Yığınların narsisizmini kuvvetlendirecek kümelere girip, çığırtkanlık yapmaktan başka bir şey olmayan bir ahmaklığa batması… Yapılacak olan içe kapanmak mıdır bu durumda? Buradan da negatif bir romantizm çıkarmayacağım. Aman! Sadece alternatif üçüncü sesler çıkarmanın yollarını bulmamız lazım. İnsan olabilmenin, paylaşmanın, dayanışmanın ve, müstehcen kahkahaların değil de sahici olarak gülüşlerin yolları her ne ise onlara yönelmenin… Bu doğrultuda adımlar atarak direnenlere de koca bir şükranla bakmanın. Çünkü iyi emsallere ihtiyacımız var. Hepimizin.

iç döküş · satir

Gergedanlar

Her biri gergedana dönüşüyordu. Kadınlı erkekli. Ama en çok da sahte, vasat ve yavşak olanları. Ağızlarından köpüklü salyalar sızarken vızıldıyorlardı. Hep bir ağızdan. Zaten bir gergedan kendi başına hiçbir şeydi. Onlar sadece koro halinde hırıltılı sesler çıkarabiliyorlar, ve bir yaşam belirtisi gösterebiliyorlardı böylece. Kibarca korkuyorlardı. İşlerini layıkıyla ve efendilerinin bir dediğini iki etmeden ama korkuyorlardı işte. Ödleri istemsiz kopuyordu.

Neden olacak? Her an yerlerinden olabilirler diye. Midelerine dolacak onca yemek imkanı hiç olursa eğer, kocaman evlerinden, rengarenk oyuncaklarından, sahte selamlaşmalardan ve o çok sevdikleri son model arabalarından, resimlerini çektikleri yapmacık kediciklerinden, şımarık obez ve kolejli yavrularından ayrı kalırlarsa eğer… Ah, o kibar gergedanlar… Günaydınlar, iyi öğleden sonralar ve kolaylıklar…rhinoceros.jpg

Ya da ne bileyim, yasaya hayli aykırı bir iş başlarına çıkar da, hem de olanca masumiyetlerine ve götümsü kibarlıklarına rağmen olur da bürokratik ehliyetlerine el konulur da, o koca götlerini yasladıkları rahatlı koltuklardan ayrı kalır da, ele güne akrabaya konu komşuya tüm bir devlete rezil olurlar diye. Onların kendileri gibi beslemeyi ihmal etmedikleri uyuz kedileri vardır, yahut süs köpekleri. Süs köpecikleri aynı kendilerine çekmiştir, annecik ve babacıklarına. Ay ne çok tatlılar. Layk layk layk. Hepsi de efendisine boyun eğen şuncacık biricik ufacık tefecik domuzcuk hayvancıklardır ailecek. Ve olur da, kaderin ağlarına yem olup geberip gitseler, gergedanlar bol göz yaşı akıtırlardı elbette yavrularının ardından. Yumuşacık yürekleri yufkadan börek. Onların göz yaşları yere düşse buhar olup, geride kusmuklu bir koku bırakır. Sözcükleri kadar sahte. Koca memeli ve kocaman göbekli gergedanlar basbayağı elektronik, sanal, şişme ve yalandılar. Ellerinden düşmeyen cep telefonları, rüzgar nereye eserse oraya döner boynuzlarına benzemiştir.

Barındıkları o şehirimsi kadar zevksiz tabelalı sıçmıklı dürümlü restoranlarda yedikleri tonlarca  yemeğin, aksırıncaya ve de tıksırıncaya değin sözünü etmeden de duramazlardı, ha. Ve gergedanların en büyük paradoksları işte: domuzuna sağlıklı yaşam… Onlar geberip de kalsa, dünya gergedansız olabilemezdi, değil mi? O geviş getirdikleri mideleri el vermezdi elbet… Yemeği de korkarak, bazen çekinerek, hep oldukları gibi suçlu ve hep el pençe.

Ey rüküş gergedanlar, soyunuz tükenecek sizin de. O zaman hep birlikte tükürülecek mezarınıza.  Boris Vian dahil.

iç döküş · kişisel

Bir takım notlar

Bu bloğu açar açmaz ihmal ettim, biliyorum. Yazmak ciddi bir sabır ve çok daha önemlisi cesaret istiyor. İtiraf edeyim ki, internete açık olması iyiden iyiye geriyor beni. Bunun dille, ülkeyle, insan kalitesiyle bir ilgisi var elbette. Bu nedenle iyice olgunlaşmış bir şeyler çıkıncaya kadar kapanmak çok daha iyi olabilir. Şimdilik en azından kısa bir hesap vereyim.

Aradan geçen zamanda, bahar/yaz boyunca bolca not tuttum, verimli denebilecek okumalar yaptım. Özellikle algı, yanılsamalı bellek, nedensellik, anlam, açıklama, öngörü, kuantum gibi konulara gittim gittim, geldim. İşin çetrefilli tarafı bu konuların ancak ya “akademik” dar – kalıplaşmış bir dilde ya da “akademi dışı” tamamen “anlamsız” bir hoyratlıkla tartışılabilmesi buralarda… Şimdi adını saymayacağım, bir elin parmaklarını geçmeyen ve bana feyz veren iyi örnekler de var elbette… İş başa düştü ise; bunu kendi kafamda dolaştıracağım, tartacağım öncelikle diyorum kendime. Bu ülkenin artık beyinleri iflas ettiren bipolar ve hiper-politik ortamından kendimi bir nebze koruyabildiğim sürece becerebilirim gibi geliyor: Yes we can! Düşünebilmek için iyi ve görece durgun bir referans noktası seçebilmek lazım. Her şey o kadar hızlı yaşanıyor ki buralarda; bunun etkisine kapılırsan gerekli zihinsel ve duygusal duruluğa sahip olmanın hiçbir olanağı yok.

Şimdi bayram tatili. Tatil dönemimi bayramdan önce kapadım. Herkesler gitti ve gelecek ayki iki konferans için sunumlarımı bahçede hazırlıyorum, mezuniyeti yakın doktora öğrencimin hakemlik kararı açıklanmış makalesini “revize” ediyorum, seçtiğim metinleri okuyorum… Resmi tatillerde çalışmak, resmi tatiller dışında ise “tatil” yapabilmeyi ise büyük şans addediyorum. Hele ki İstanbul böyle trafiksiz kalınca sana…

Kafamda düşünceler eskiye göre çok daha fazla ilerlemekte, giderek olgunlaşıyor; ama herkese henüz açacak durumda da değilim. Fırsat buldukça notlar alıyorum. Gelecek ay Belçika’da Anvers’te katılacağım konferans empirik bilimle felsefenin kesiştiği bir yerlere denk düştüğü için bana heyecan verici geliyor. Benim de bir konuşmam olacak. Sunum başlığı: “Neural oscillations, circular causality and the implications for nature”. Geniş özeti buradan görülebilir.

Geçen hafta Kaz Dağı kamp yerinde yakınlarda kaybettiğimiz İskender Savaşır’ın “edebi”  ince sayılabilecek Masaldan Sonra isimli ilk kitabını okudum. Bu arada şimdi Nadir Kitap’tan kontrol ettim; geçen ay en az 6-7 tane vardı sadece tek bir baskısı 1992’de yapılmış bu kitaptan… İnanabiliyor musun? Tümü tükenmiş kitapların…. Demek ki vefat edince, herkesler edinmek istemiş. İyi ki erkenden davranmışım!

Kitaptan bu bloğun ismine uygun düşeceğini sandığım, altını çizdiğim şu alıntıyı yapayım da gideyim artık:

“Toz kokuyordu… İnsanlığın önünde değil, küçümsemeyi öğrendikleri kişilerin alkışları için oynuyorlardı. Kimsenin bir şeye aldırdığı yoktu… Ağızlarında bir kül tadı sahneyi terkettiler. Ertesi sabah yine çıkmak üzere…”

“Ama büyük adamların modası çabuk geçti. Birden ortalık kalabalıklaştı. Düşmanların yerini onların varlığına aldırmayan birileri, kimler?, aldı. Kendilerini besleyen düşmanlığın, karşı koymanın yitişine dayanamadılar. Aslında bir seraplar dünyasında yaşadıklarını, bir gölgeler ordusuyla boğuştuklarını kabul etmektense, hepsi birer birer dış dünyaya açılan pencerelerini kapadılar. Eksikliğini duydukları düşmanlığı kendi dünyalarında yarattılar. Aşkları yatak oyunlarına dönüştü, tutku yerini orta karar bir sapkınlığa, büyük düşmanlıklar yerini küçük hesaplara, küçük çekişmelere bıraktı.”  

akademi · iç döküş

Aklın kamusal kullanımı

Gündelik siyaset tam anlamıyla zihnimizi kuşatmış durumda. Bundan bahsetmeksizin tek bir cümle kuramıyoruz. Şu son birkaç senedir ülkede yaşananları bir gözden geçirsek, elbette bunun geçerli sebepleri olduğunu görüp, anlamaya çalışabiliriz.

Ama zihinlerin iğdiş edilmesini nasıl kabulleniriz? Kirli görüntü ve ses bombardımanına uğramış bu zihinlerden nasıl düzgün bir bellek, yerinde bir akıl yürütme, sağlıklı duygular bekleriz? Bekleyemeyiz.

Akademik dünyadan ise hiç bekleyemeyiz. Batının tezgahından geçtikten sonra, ona % 99’u çöp olan makaleler döşemenin ötesine geçmesi imkansız bir kurumun kariyeristlerinden böyle bir şey beklemek, “meslektaşlarıma” ciddi bir haksızlık olurdu. Aslına bakarsak, tüm dünyada neredeyse hep böyle… Hangi harbi düşünür üniversiteden çıkmış ki? Kurumsallığın talepleri (makale – proje gibi), kurumun kendi doğasından kaynaklı muhafazakarlığı, başından sonuna düzmece, bürokratik, hantal bir grup profesörün düşünmek cesaretini maalesef en baştan kırıyor; onları körleştiriyor. Bir akademisyenin düşünmesi ancak akademisyen kimliğini üniversitede bırakması ile mümkün. Öncelikle üniversite dışında “sivil” olmayı öğrenecekler…. Akademik cüppelerini çıkaracaklar ki; beyinleri özgürleşsin. Üniversitenin dışında, örneğin televizyonlarda, twitter’da, topluma hitabeden (akademi dışı) kitap başlıklarında bile titrini kullanacak görgüsüzlüğü olan birinden, düşünmenin hakkını vermesini bekleyebilir miyiz? Onları besleyen dalkavuklardan hiç söz etmiyorum bile.

Öyleyse aklı kamuya açabilmenin yollarını bulmalıyız. Zor olan bu.