ironi · kurmaca

Kimsenin uğramadığı berber

Alışkanlıktan sabah yine aynı saatte kalktım, yapmam gerekenleri yapmaya koyuldum, Kıl Oldum Abi şarkısı eşliğinde mekik ve şınav çektim, koyu kahvemi içtim, onun dışında ne yapmam gerektiğini bir türlü akıl edemedim. Banyoya gidip aynaya baktım bir süre, ayna söylerdi belki. Saçım sakalım birbirine karışmıştı, beyazlar her zamankinden fazlaydı, yaşımı ortaya çıkarıyorlardı, durup durmadık yere Azrail’i huylandırıyor gibiydiler. Ayna gerçekten de bir tokat gibi çarpmıştı suratıma bugünkü görevimi. Sokağın başındaki berbere git. Bebek yüzlü ol da öyle çık karşıma! Emrin olur canım.

Camından içeriye şöyle bir göz atınca dükkanın önünde sap gibi kalakaldım. Kimseler yoktu. Televizyon açıktı, melül melül bakışlarıyla Türkan Şoray kaplamıştı duvarı. Sıra olmadığından beklememe gerek kalmayacaktı ama aşırı talep eksikliği verilecek hizmete dair olumlu emarelere işaret etmiyordu. Pekâlâ yakın istikbalimde korkunç bir tıraş sinsice beni orada bekliyor olabilirdi. Vaz mı geçseydim diye aval aval düşünürken adam televizyondan aniden çevirdiği yüzünü bana döndü, Türkan Şoray’ın davetkar bakışlarını ödünç almış hâlde karşıma dikilmişti. Artık içeri girmemek asla mümkün değildi.

Kanımca kastrasyon kompleksi Freud’un dediği gibi sünnetle değil berber deneyimiyle başlar. Seri bir şekilde minik kafasının üzerinden şaklaya şaklaya geçen makas zavallı çocuğu acımasızca hadım eder. Artık geri dönüş yoktur. Artık geri dönüş yoktu. Hoşgeldin, dedi. Kahverengi deri koltuğu gösterdi. Boynuma beyaz önlüğü iliştirdi. İşlem başlamıştı. İyice kısalt usta, dedim. Olmaz, az kısaltayım ki yine gelesin, der gibi sırttı.  Ayna yine karşımdaydı. Son bir kez saçıma sakalıma baktım, içimden acıklı bir sesle elveda dedim. Elveda.

O da terk edilmişti. Devamlı müşterisinin artık gelmediğini, devamsızlık yaptığını söylüyordu. Pandemi başlar başlamaz ayakları kesilmişti. Pandemi bahane olmuştu – marketlere, alışveriş merkezlerine, barlara, lokantalara gidiyorlardı hâlâ, ama iş berbere gelince, virüs de virüs diye tutturuyordu pezevenkler… Açıkça söyleselerdi ya yüzüne, para vermek istemiyoruz sana diye. Yemezdi. Karılarına kestiriyorlardı. Mesela karşı apartmandaki hırbonun faullerine bak, sağı solu farklı uzunluklarda, yamuk yumuk tıraşla insan içine çıkıyor bir de iblis. Şimdi anlıyordum sırıtışının nedenini. Yine geleceğime inanamıyordu bir türlü, yediği darbelerden canı çıkmıştı, kırk yıllık müşterilerini kaybetmişti, benim gibi nereden kopup geldiği belli olmayan bir yabancının dönebileceğine inancı yoktu. Umuyordum ki, bu önyargılı güvensizliği tıraş kalitesine olumsuz yansımasın. Tek başımayım, kendim zaten kesemiyorum saçımı, dedim, berberi motive etmek için. Bunu der demez, ensemdeki makasın ritmine başka bir renk geldi. Vaadime inandırmıştım galiba, kendimle içten içe gurur duydum.     

Kucağımda tedricen artan hoş bir ağırlık hissediyordum. Kül rengi kıllarım öbek öbek beyaz önlüğümün üzerine düşüşüyorlardı. Berber sessizliğe gömülmüştü. İşine konsantre olmuştu diye umuyordum. Bir kukla sanatçısı ustalığıyla kafama ve çeneme yön veriyordu. Bazen abanarak yapıyordu bunu, kafamın üstüne basan avucuna, itişlerine, çekişlerine çaresizce teslim olmuştum. Makasın rutin şıkırtısı canımı sıkmaya başladığından, konuşacak bir şey aradım. Ruhuma ektiğim sosyal mesafenin uzunluğu henüz ölçülemiyordu. İnsan içine çıkmadığımdan normal biri gibi konuşma yetimi kaybetmiştim. Aklıma Russell’a –  yaptığı bir röportajda ihtiyar hâlinin babaanneme çok benzediğini gördüğüm Russell’a – atfedilen berber paradoksu geldi. Bir kasabada saçını kesemeyen herkesin saçını kesen bir berber yaşarmış. Sence kendi saçını keser mi bu berber?, diyerek kıs kıs güldüm. Dondu kaldı. Makası elinden bıraktı. Gereksiz bir gerilimle doldu dükkan. Gülüşümü tuhaflıkla karşıladı. Elbette keser, kendi saçını da misler gibi keser, ama saçını kesemeyen kavatlar ona uğramazsa, ne yapabilir ki? İşte berber paradoksum burada talihsizce sonlanıyordu. Acaba Russell öte dünyadan bizi işitse ne yapardı, İngilizliğinden mütevellit gıcıklığıyla, saçma çok saçma, deyip geçerdi herhalde, diye düşündüm. Russell gibiler için doğrular vardı, yanlışlar, bir de üzerinde konuşmaya bile değer olmayan saçmalıklar. Fakat gündelik hayatın kıyısına uğrayamayan soyut mantıksal çıkarımları berberimin şahitliğinde dumura uğramıştı işte. Asıl saçmalığın daniskası sensin moruk demeye yeltenirdim, ama rahmetli babaannemi anımsattığından, kırıcı bir söz edip de saygıda kusur edemezdim. Mecburen hıncımı berberin vefasız müşterilerine boşalttım. Nasıl bir dünyaya geldik, şu sosyal mesafelerini kısalttıkları tek şey azgınlık, dedim. Kafasını salladı.   

Aynayı enseme tuttu. Eline sağlık usta ve görüşmek üzere dedim, giderken. O anda gözleri yine melül bir hâl aldı. Bir daha o dükkâna ben de uğramadım. 

ironi · kurmaca

Lazanya paradoksu

The God fearing Job, Gyula Kardos, 1900

Uzun zamandır uzak yollardan sabırsızlıkla beklediği manitası, namüsait hava koşullarını bahane ederek son anda gelmekten vazgeçmişti. O, hiç istifini bozmaksızın, Cumartesi akşamı için planladığı üzere lazanya pişirmeye koyuldu. Market alışverişini önceden yapmıştı. Yine de emin olmak için buzdolabına baktı. Lazanya için gerekli bütün malzemeler tamamdı. Malzemeleri mutfak tezgahına koydu. Ocak, tencere, tava, fırın, bıçak, rende, hepsi hazır ve nazırdı. Fakat her nasılsa, bir türlü lazanya yapamıyordu.

Bilmediği bir günah mı işlemişti? Tanrıya veryansın etti:

“Keşke dilediğim yerine gelse
Tanrı özlediğimi bana verse!
Anlayamadığım büyük işler yapıyorsun
Her şeye gücü yeten Tanrım, sen de görüyorsun ya
Her malzemem tamam, neden lazanya yapamıyorum?”

Tanrı artık çok yorulmuştu, Cumartesi hariç haftanın kalan tüm günlerinde dinleniyordu. Şabat gününde ise dünya durumlarına şöyle üstünkörü bir bakıyor, günü genelde kahkaha atarak geçiriyordu.  

Kahramanımızın kulağına ilahi alemden şöyle bir ses erişti:

“Dur da düşün Tanrı’nın şaşılası işlerini
Kendini haklı çıkarmak için beni mi suçlayacaksın?
Sana verdiğim aklını kullan, ey zavallı kulum!”

Akıl mı? Akıl bu konuda doğrusu hiç bir işe yaramıyordu. Kahramanımız feryad-ı isyanına devam ediyordu. Buna karşılık Tanrı’nın bu zavallı kulunun düştüğü duruma binaen bitmek bilmeyen kahkahalarından bıkıp usanan Şeytan devreye girmek zorunda hissetti kendini.  

Yusyuvarlak sıcacık hatlarını açıkta bırakan kırmızı bir elbise giyinmiş, endamı lezzetli buruk şarap tadında cilveli bir hanım donunda beliren Şeytan’ın çaldığı kapıyı açınca, gördüğü kösnül manzaradan nutku tutulan kahramanımızın aklı o anda işte tamamen gidiverdi. Aklı bir kenara bırakınca, nihayet şimşekler çaktı üzerine, aydınlanıverdi: Eksik olan lazanyaydı! Lazanya olmadan lazanya yapılamazdı, elbette… Bunu gören Tanrı şöyle bir homurdanarak uykuya daldı.

ironi · kurmaca

Sakal paradoksu

Eline tıraş makinesini aldı, yeni tanıştığı zeytin gözlü beyaz peynir kıvamında bacaklı genç kız sakalını keserse çok daha yakışıklı olacağını söylemişti ona. Bir hülyaya kaptırdı kendini. Düşününce onun gözüne girebilir, sakalın gitmesiyle birlikte kızla arasındaki yaş farkı da azalabilirdi hem.

Bir süredir takıldığı, gününü gün gecesini gece ettiği, sarı boyalı saçlı delikli Kars gravyerini andıran uzun bacaklı iki çocuklu dul olgun kadın ise sakalının ona çok yakıştığını söyleyip duruyordu.

İlk jilet darbesinde, aklına olgun kadınla olan ilişkisini bozuyor olma tehlikesi düştü: Öyle ya, ya tıraş sonrası çocuk suratlı olup da onun ilgisini kaybederse? Fakat artık çok geçti. Sakalı bir miktar incelmişti bile… Burada bıraksa olurdu.

Fakat genç kızın yağlı beyaz peynir ve zeytin kıvamındaki duru güzelliğini hayal edince, makinenin sakalını bir kat daha arşınlayıp daha da inceltmesine engel olamadı.

Sakalına son darbeyi indirmeye çok az kalmıştı ki, Kars gravyerinin imgesinde beliren düşsel şehvete karşı koyamadı, hemen oracıkta oportünizmin bataklığına teslim olup, orta bir yol bulmak kurnazlığından medet umarak, en azından bıyığını bırakmaya karar verdi. Tabii onunla birlikte çenesinde dudak altında bir tutam kıl bırakmayı ihmal etmeyerek.

Gel zaman. Git zaman. Genç zeytin gözlü beyaz peynir bacaklı güzel kız ona yüz vermedi. Edepsiz alaycı bir tavır takınarak hem de. Hatta sanki bırakmış olduğu şu bıyığı kıza geçici bir süre uğramıştı da, kız o bıyığın altından kıs kıs gülmekte idi onu gördüğünde. Başka bir deyimle: Kendi bıyığının altından kendi bıyığına gülünüp geçiliyordu.

Kars gravyeri kıvamında uzun bacaklı boyalı sarı saçlı olgun kadın ise onu yatakta bu hâliyle görünce kahkaha attı. Aslında hiç de kötü bir niyeti yoktu. Pekâlâ, bıyık ve çenede bir tutam kılla kabul edebilirdi onu. Ama bahtsız kahramanımızın incinmiş gururu maalesef bu durdurulamayan kahkahayla iyiden iyiye ayaklar altına alınmıştı. Sinirden çılgına dönerek, köpürerek, bağırıp çağırarak koşarcasına çıkıp gitti adam…

Ağlak bir halde evinde buldu kendini. İlk iş olarak banyoda ayna karşısına geçip, aynada beliren suretine birkaç kez tükürdü. Tükürük bezleri yoruluncaya kadar, tekrar tekrar. İkinci iş olarak makinayı alıp yüzündeki son kılı tüyü almakla kalmadı. Hızını alamayıp kafasını da kazıdı. Sıfıra.    

eleştiri · iç döküş · ironi

Tanrıların kahkahası üzerine her demet zalim felek

Trajik her şey bir noktada aslında çok komik. Misal bir gün yerlerin ve göklerin yaratıcısı heybetli Tanrı çok sevdiği insanların günahlarının kefaretini ödemek istemiş ve kendinin enkarne ettirip, dona girmiş ve çok sevdiği oğlunu çarmıhta gerdirmiş. Oğlan ise ölmezden hemen önce: “Baba baba beni niye bıraktın?” diye haykırmış. Hakikaten komik. Yüce olarak kabul gören her şey ve pek çok şey gibi. Aşırı derecede ağlanabilen her şeye aşırı derecede gülünebilir. Her şey karşıtıyla birlikte var ve tam olarak komik.

Bir gün lisede şakacı bir arkadaşım minik bir buz parçası atıvermişti gömleğimden içeri. Acayip yanmıştım. Buz yakabiliyormuş diye de çok şaşırmıştım. Çok soğuk olan bir yerde çok sıcak.

Hitler’in ünlü şortlu resmi komik değil mi, en az bıyıkları kadar, intihar etmezden hemen önce metresiyle evlenmesi kadar komik bence. Stalin’in karısı öldükten sonra üzüntüden evinde kalamayıp, evine taşındığı bir arkadaşını yani Buharin’i aşağılayarak öldürmesi bir hayli komik değil mi? Zavallı Buharin’in mahkemede kendini, Lenin’i, işçi sınıfını  ve devrimi filan savunmaya çalıştıkça merkez komite üyelerinin ona sinik sinik gülüp durmaları… Aslında Sovyetler Birliği tarihi doğru okunursa fena komik bir tarih.

Devrim ertesi idam cezasını kaldırıp beyazlara karşı verilen iç savaşta ordudan kaçanları kurşuna dizmeleri de öyle. Yıllar sonra finalde Gorbaçov’un Pizza Hut reklamına çıkması ile bu gülünçlük doruğa çıkıyor doğrusu. Ya ondan yüzlerce yıl önce genç dostuna aman devlete ve iktidara çok yaklaşma yoksa seni yakar diye uzun uzun ahkam kesip tavsiyeler eden Seneca’nın Roma imparatorunun eliyle idam emri verilip, zehirlenmesi nedir allah aşkına?

Başkalarına verdiğimiz büyük derslerden kendimiz çok fena çakıyoruz. Yaşam Seneca’yı haklı çıkardı çıkarmasına da, bunu komik bir şekilde onun kellesi üzerinden yaptı. Tanrıları güldürmek için mi yoksa bunca kepazelik?

Yine lise yıllarında şu olaya ağzım açık tanık olmuştum. İki lise üniformalı kız arkadaş ağladılar da ağladılar, zırlayıp durdular gözleri kızarıncaya kadar sonra da kahkahalarla gülmeye başladılar ve bu bir süre böyle gitti, neden olduğunu hâlen bilmiyorum, sormaya cesaret edemedim tabii. Ağlamaktan kahkahaya geçtikleri o ara yer, eşik noktası… İşte aydınlanma tam o noktada! Buda’nın aha ben Nirvana’ya ulaştım, aştım ben aştım, artık o samsara denen uğursuz döngüden çıktım, bak Buda oldum işte dediği gibi an’a benzer bir an.. Belki ondan sağda solda bu kadar çok gülen Buda heykelleri var, kim bilir? İsa’nın gülen portrelerinin ise nerdeyse hiç olmaması Katolik ve Ortodoks kiliselerinin ahmaklığına delalettir.

Kafka kitaplarını yazarken geceleri kendini tutamayıp gülme krizlerine girermiş. Sabah kalkınca böceğe dönmek komik değil mi gerçekten? Philip Roth Kafkaesk metamorfosisi bir üst düzeye çıkarıp, sabah kalkınca bir kadın memesine dönüşen bahtsız adamı yazmıştı. Adamın babası oğlunun koca bir meme olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyordu. Kabul etmek istemiyorsun. Ağlıyorsun. Sonra kabul etmemenin çok saçma bir şey olduğunu fark edince. Koy veriyorsun kahkahayı. İşte Budist farkındalık!

Former Soviet Leader Gorbachev Starred in a Pizza Hut Commercial in 1997 -  Eater
Son Sovyet lideri Gorbaçov’un Pizza Hut reklamı

Kabul et yani kardeşim. Yaşam komik. Çünkü ölüm hep işin var içinde, an be an var, hep ölüyorsun ve hep doğuyorsun nefes alıp verdikçe ama yine de ölmekten çok korkuyorsun, sonra dünyanın başına dert oluyorsun bu korkudan. Yetmiş küsur yaşında eşekler köyünü boylaması an meselesi bir adamın trilyonlarca parası olduğu halde tek derdinin para ve güç olması nasıl bir saçmalıktır? İşte diyorum, bu zamanda, rasyonalite diye tutturanlar kendilerini akıl dışılığın en ucunda buluyorlar. Gizemden kaçayım, demistifiye edeyim diye kırk takla atıp en fena irrasyonel çıkmazlarda buluyorlar kendilerini. Kaçtıkları yere mutlaka varıyorlar. Çünkü dünya bir tahterevalli kardeşim, uçlarından basarsan, en yukarının aynı zamanda en aşağı olduğunu gösterir sana. Buna tarihi ironisi mi diyorlardı, ne.

duyumsayıklamalar · ironi

En ağır ağırlık

Göğe yükselen çok uzun sarmal bir merdiveni durmaksızın çıkmakta olduğunu hayal ediyorsun. Giderek dikleşiyor ve basamakları gitgide daralıyor. Sona vardığında bir uçurum çıkacak karşına. Oraya varınca, bir kereliğine arkaya dönüp kafanı uzatıp en başından beri yürümüş olan kendini izleyeceksin. Her basamak çıkışında muhkem sanarak tutunup bıkmaksızın yanıldığın sevinçli veya hüzünlü her bir şeyin bir bir yitip gittiklerini izletecekler sana – ve imtihanın final sorusuna gelecek sıra: Değdi mi bunca şeye? Elveda diye bağıracak olsan, en aşağılara kadar yankılanacak sesini yalnız şimdiki sen duyacaksın. Bebekliğinden kocamışlığına dek tedricen her bir basamakta dikilmiş durmuş türlü türlü sen’ler sağır kesilecekler. Uçurumdan düşeceğin korkusu boşunaymış, anlayacaksın. Zira bir izbandut gardiyan aniden çıkıp da arkandan kuvvetlice itekleyerek en aşağıdaki basamağa fırlatacak seni. Bayılacaksın ve her şeyi unutmuş olacaksın. Hiçbir şey olmamışçasına yeniden tırmanmaya kalkışacaksın merdivenleri… Her seferinde içine bilinçsiz hâlde ekilmiş bir şeyler değişecek umudu yeni yeni canlar bahşedecek sana, ve kalbin o itkinin yüzü suyu hürmetine atacak, atıp atıp duracak.

E36ADE52-931C-442E-85FD-B48868E4F332-92038-0000072557F0A99C

duyumsayıklamalar · ironi

Anlaşılmak

Aynı sözcükleri ve hatta kavramları kullananlar sıklıkla çok farklı şeyler anlarlar. Bundan bazılarımızı devrim ertesi “eski” yoldaşları kurşuna dizerler. Trajedi, burada dil’in – zorunlu olarak – tekleştirici kıskacından kaynaklanır. Sözcükler en az bayraklar kadar yanıltıcıdır. Aynı imgelerden bireyler, aşıklar, sınıflar, halklar türlü hayaller kurarlar. Ve gün gelir, hayaller çatışır. Hayaller, bir zorbanın elindeyse paslı ve kanlı bir kılıca dönüşüverir. İdam mahkumunda gözlemlenen o son gülümseme, neşeden değil de bu yanlış anlamadan kaynaklı, anlam verememekten beliren trajik şaşkınlıktır.

Nikolai Bukharin and stalin.jpg
Stalin ve Buharin

 

eleştiri · ironi · şimdiki zaman

Zombiler, zombiler her yerde

“Vielleicht ist heut der letzte Tag
Den du noch hast zu leben
O Mensch veracht nicht was ich sag
Nach Tugend sollst du streben.”
Bir eski Alman halk şarkısı

Marcus Aurelius diyordu asıl korkmamız gerekenin ölüm değil de, yaşama asla başlayamamak olduğunu. Elbette günümüz insanı bu denileni – almış gibi yapsa da – asla ciddiye almayacaktır. Modern yaşam en başından beri ölümün yadsınması ve nihayetiyle de “ölümsüzlüğün” fethi üzerine kurulmuştur. Harari’nin bir kitabında aktardığı üzere Google gibi dünya imparatorluğunu sahiplenen büyük tekeller misyonlarında açık açık ölümsüzlüğü amaçladıklarını ifade eden şirketler kurdurmaya vardırmışlardır işi… İmparatorluğun hegemonu ABD’de yapılan harcamaların iki ana dalı vardır: biri savunma adı altında saldırı, daha doğrusu savaş (ordu); ikincisi sağlık adı altında, ölmeme (NIH)…

Ölmeme, bir tür zombiliğe karşılık düşer. Şeyleşmiş içeriksiz yaşam artık her şey gibi uzunluğuyla ölçülüyordur. Aynı kullanım değerinden soyutlanmış olarak tanımını bulan içeriksiz meta gibi ölçüme tabidir, “yaşam” olarak adlanamayacak satılığa çıkarılmış ömürler… Marx şaheserinde değer teorisini anlattığında pamuk, demir, buğday gibi materyal objeler üzerinden denklemler kurarak örnekler veriyordu. Artık çok daha göz önünde olan çeşitli markalı zombi bedenlerden tezgahlanmış ömürler halbuki. Örneğin Paris’te tankla ezilen Fransız zombilerin ömrünün değeri Ankara’da bombalananların iki katıdır. Ankara’dakilerinki Gazze’dekilerin iki katıdır. Gazze’dekilerin ise Kongo’dakilerin birkaç katı olmalıdır. (Pardonne-moi, ma chérie, fakat Kongo’da bir şehir ismi bilmiyorum). En tiksinç olan ise sosyal medya köşelerinde vicdanıyla ve kuşkulanamayacak samimiyetleriyle, meşrebleri uyarınca belki timsah ya da başka bir mahlukatın gözyaşlarını dökenlerdir. Göz yaşlarını akıtmaktan çekinen, favori Beethoven senfonileri dinlemekten çekinen Lenin’lere hasret duyarız bu çağda.

Ellerinde yürüyen arabalarıyla ayağa kalkmış sürüngenler (reptilus erectus) olarak görünen süper marketlerde alışveriş eden yalnız yaşlıları anımsatır zombiler… Erken ölenlere boş zamanlarında hobi olarak acıyanlar, çıplak bir hayatta kalmanın ötesinde bir şey düşünemeyeceklerdir. Onlar hep kavuşamadıkları daha iyi bir lunapark arzusuyla tutuşan ve canları her daim çok fena sıkılanlardır. Ölümü unutmak için yapıp ettikleri artık beyhude bile değildir… Kabuslarına ölümden kaynaklı dehşetin sirayet etmesinin bir manası kalmaz bu denklemde. Zira birleşik mega süpermarket ve alışveriş merkezleri krallıkları habitatında ellerinde telefonlarıyla sürünen irili ufaklı çeşitli meblağlarla etiketlenen bu mahlukatlar zaten artık çoktan ölmüş olan Tanrı’nın kabusunun bir tecellisi olsa gerektirler. Freudian bastırma mekanizması bile sönümlenmiştir, bu hayatta kalmaklığın, ölememenin cehenneminde.

ironi · kurmaca

Harbiden paradoksal kıssalar

(i)

yağmur dindiği hâlde, temkini abarttığından olacak, şemsiyesini açık bırakarak dolaşan adamın hikâyesidir.

etrafındaki alaycı bakışlara aldırmaz ama sonunda akıl eder de, şemsiyesini kapar. işte tam o anda fırtına kopar, aniden gökten bir kova su boşalır üzerine.

(ii)

her harfi muntazam yazan tertipli olduğu kadar dikkatli, mükemmeliyetçi yazarın hikâyesidir.

öyle ki yanında hep taşıdığı silgisini bir gün bile kullanmak ihtiyacı duymamıştır, silgiyi hiç eskitmemiştir.

bir gün silgisini kaybeder. ve tam o gün çarpık çurpuk, hatalarla dolu yazmaya başlar. hatalarını silmek için eli istemsiz cebine gider. silginin kaybolduğunu hatırlar.

silgi aslında silmediği sürece, onun yanlışlarını silmeksizin engelleyegelmiştir, diye düşünür.

(iii)

kendisine alınan uzaktan kumandalı arabayı kullanmaya kıyamayan, onu arada odasından getirip bir masada izlemekle yetinen küçük çocuğun hikâyesidir.

bir gün komşunun çocuğuna gösterir arabasını, gururla. söz konusu komşunun çocuğu yanlışlıkla kumandanın düğmesine dokununca, araba masadan hızla aşağıya uçar ve bir tekeri dingilden çıkıp fırlar.

kumanda düğmesine tüm gücüyle bassa da tekerleği eksik araba artık gidememektedir.

eh, araba önceden de gitmiyordu. öyleyse bu vahim olaya üzülmek boşuna değil midir? çocuk bunun farkına varana kadar aradan yıllar yıllar geçecektir.