Tanrı, “ışık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Genesis, 1:3-4
Bir adam, kendini bildi bileli, karanlıkları aydınlıklara çevirmeyi kendine görev edinmişti. Kendine atfettiği bu sorumluluğun neşeli bir yazgının parçası olduğu zannıyla görev yerine bir koşu gidiyor, elinde ateşle, tılsımlı sözler çığırıyor, karanlıkları nurla tutuşturuyordu.
Bir gün, gözleri bağlandı, önüne çıkan karartıya sırılsıklam aşık oldu, bir heves sahiplendi, ona “karanlığım” dedi tüm kalbiyle, karartı gerçekten de o’nun karanlığı oldu. Tepeden tırnağa esridi canı, zevkten titredi bedeni, bir lâhza-i keyften hemen sonra kekremsi bir tadın işgaline uğradı, genzi acıdıkça acıdı. Velhasıl, karartıyla birlikte o da tedricen karardı, zifir oldu nihayetinde. Nahoş bir takatsizlik çökmüştü üzerine, dizlerine kadar batmıştı, çıkılacak gibi değildi bu bataktan. Dermanı tükenene değin, çamurda boşa dönen tekerlekler gibi çırpınıp dururdu en fazla…
Beklenmedik yazgısını gözden geçirince, bir ümit, belki eskiden kendisinin olduğu gibi biri çıkar karşısına diye tasavvur etti. Kim bilir, belki bir gün karanlığı aydınlığa dönüştürme görevini üstlenmiş başka bir âdem evladı çıkar da onu kurtarır perişanlıktan. Fakat, talihi yaver gider de bir gün öylesi vukuu bulursa hakikaten, ya olur da, elini tutmaya meyleden o zatı alıp çekerse kendi karanlığına, girerse günahına yok yere zavallının? Çok korktu bunları düşündüğünde. Tövbe etti. Şu bataklık sinekleri insaf edip üzerine konup durmayaydı, kâfiydi, başka da bir şey dileyecek değildi.
Richard Wilson (1760); The White Monk; (c) Royal Academy of Arts / Photographer credit: Prudence Cuming Associates Limited
Vuslat olmadı ki, hasret olsun?
Bizim kaybolmuşluğumuz kendisine tamamıyla yabancı bir kente ayak basan, arada haritasını kaybetmiş, geldiği ülkenin dilini bilmeyen yabancı bir turistin perişanlığına hiç benzemiyor. Biz, daha çok o kentte nereye gideceğine dair en ufak bir kanısı ve sezgisi olmayan şaşkın bir Alzheimer’lıya, bir bunağa benziyoruz. Elimize biri harita ya da pusula tutuştursa bile, anlamsız gözlerle bakacağız ona. Bir yandan da harita özlemindeymişiz gibi boşluk bilmez boğucu kurgulara maruz bırakacağız kendimizi. Fakat elimize harita tutuşturmaya kalkışacak kendini bilmez meczuba alaycı gözlerle bakacağız yine de. Her gün seyreylediğimiz kurgusal karakterlerin yanına bile yaklaşamaz o budala. Etrafı örümcek ağlarıyla kaplanmış bu çok katmanlı mağaranın dışından içine vize verilebilir mi? Bu kadar duvardan içeri sızan ışık olur mu hiç?
Başımıza aslen bir olay gelmiyor olsa da, dürtüklenip mutlu olmaya ya da azgınca bir öfkeye kapılmaya hazır gibiyiz. Muhatabın aslen bir önemi de yok. Bir olay tanımı gereği zaman ve mekanda vukuu bulur, biz onu da kaybettik. Anlamlandırmaya takatimizin kalmadığı, birbiriyle ilişkisi müphem bu film kareleri silsilesinde savrulup duran, duygu karmaşasına gömülü şuurdan yoksun bunaklarız. Bir gün methiyeler dizdiğimiz ilahlara, ertesi gün yüzümüzü ekşitip küfürler savurmamız bundan. Öyle hissediyoruzdur çünkü.
Aynalar en korkunç eşyalardır. Yasaklanmıştır bu diyarda. Aynaların yerini ekranlar almıştır, bizim yerimize gülen, ağlayan, aşık olan, cinayet işleyen, zulmeden, direnenler almıştır. Topluca yargılar, topluca kucak açarız ilahlara da, yeri geldiğinde topluca idam edeceğimiz gibi. Neden? Çünkü öyle hissetmişizdir. Olur da biri paramparça hâlimizi yüzümüze yansısa, aynaların üzerinde tepinecek ve mevzuyu unutacağızdır. Ekranlarda ayna güzellemeleri yaparak, hatırlamaya çalışa çalışa unutacağızdır hem de. Hafıza kaydedelim diye diye bunadık. Hafızayı suretsiz resimlere nakşettik biz. Ağzımızdan zorlama sırıtışlar eşliğinde buz gibi çıkan hesaplı kibar sözcükler, gelebilecek olası tekinsiz karşılıklara alınmış önlemlerdir.
İçimizden biri, kendini önemli sayan ama sıradan, hemen hepimiz gibi artık hiç rüya göremeyen, yorgun ve yılgın bir adam, mevsimlerin şaştığı ince yağmur ertesi ayaz bir öğle vakti, bunaklar diyarında hedefsiz yalpalayarak yürüyor, rastgele ne idüğü belirsiz şarkılar mırıldanıyordu kendi kendine sokaklarda. Rüyaları gibi hayalleri de bir türlü kristalize olamıyordu adamın. Bir çiğ damlası gibi düşüyorlardı toprağa ve düşer düşmez, anında buharlaşıyorlardı, döllenmeye fırsat bulamadan kürtaja uğruyor gibiydiler.
Zavallı sümüklü böcekler yağmurun çiselemesine aldanmış, hepsi birden başlarını çıkarmışlardı topraktan. Yaşlı beyazlara bürünmüş bir ak sakallı çıktı önüne ve salyangoz cesetlerini işaret etti kahramanımıza. Oraya buraya koşturan kalabalık, büyük felaketlerin kahinleri olmuş salyangozları eziyor, çatır çutur sesler çıkıyorlardı kabuklardan. Hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu kalabalık. Çoktan kanıksamışlardı bunu da.
“Boş ver salyangozları”, dedi adam. “Yalan da olsa yürüyoruz işte. Bir yolumuz olmasa da…”
“Takip edersen beni, bir yol vereceğim sana.”
Ağzını açmaksızın, dudaklarını kıpırdatmaksızın, bir ses çıkarmaksızın aktardı bu vaadi ona ihtiyar. Nice sözler vardır, uzun mesafeler boyunca sessizce dolaşırlar aramızda. Fark edenimiz çok az olur ama virüsler gibi döne dolaşa işgal ederler ruhumuzu.
Ak libaslı, ak sakallarından yüzü gözü kapanmış bu ihtiyarı gözleri bir yerlerden ısırıyor gibiydi. Yakınmaktan alıkoyamadı kendini. Dert yanmaya başladı ona.
“Rüyalarımı kaybettim ihtiyar. Ne çok şey beklediğim gibi – kavuşmak bile, ayrılık bile, yalnızlık bile… Zalim fütursuzca sergiliyor zulmünü, yalancı yüzü kızarmaksızın söylüyor yalanını, kalabalık kurban kılığında bir çakal sürüsü gibi abanıyor kurbanına – nerede eşek şakaları, çat kapılar, davetsiz misafirler, muğlak sorular, mızıklar, nerede karşılıksız sorgusuz sualsiz teslimiyetler – ihanet bile kurnazca hesaplanmış bir formülün parçası burada! Hiç teklemiyor işinde gücünde olan, yaşama gönül rahatlığıyla dönerken sırtını, bir kez olsun aksatmıyor görevini. Nerede ağzım açık, beni hayrete düşüren rengarenk rüyalarım? Yol demek ağırlık demek. Onu yüklenebilir miyim, bilmiyorum, ihtiyar. Kaybettiğim rüyalarımı isterim senden.”
Derin bir yerlerden aynı lakırdıyı duyar oldu.
“Bir yol vereceğim sana. Evime gel.”
Yaşlı adamın uyarısını dikkate aldı kahramanımız, salyangozlara basmamaya o da özen gösterdi birlikte yürürlerken. Ya bu serseri, onu soymak isteyen, balık hafızasından faydalanmak isteyen adi bir suçluysa? Bu korkusu ortaya çıkar çıkmaz, derhal tuzla buz oldu, unuttu gitti onu da. Fırtına çıkmıştı, üşüyordu, titremeye başlamıştı ve bir türlü bu ak libaslı garip herifin evine varamamışlardı. Sıcak mıydı acaba kulübesi?
Yol boyunca kalabalıklar giderek azaldı. Engin bir denizin kıyısına vardıklarında, iyice tenhaydı artık ortalık, başbaşaydılar.
“Benim evim burası. Bundan sonra ayrılacak yollarımız. Sözümü yerime getirmiş oldum işte.”
Elini yüzüne değdirince kavradı kırışıklıklarını kahramanımız. Gözünden süzülen damlalardan birini tek tük düşen yağmur damlalarından sakınır gibi parmağına alıp dudağına dokundurdu, tuzumsu tadına baktı. Durduramıyordu kendini artık. Dökülen her bir göz yaşına karşılık, puslu hatıralar birer birer canlanmaya başladılar.
“Ya rüyalarım, kaybettiğim rüyalarımı geri verecektin bana” diye bağırdı arkasından denizin ötesine doğru yönelen ak libaslının. Durdu, bir anlığına ve son kez başını ona döndü ihtiyar, gülümsedi. İhtiyarın gülümseyen sureti tedricen, alnından başlayıp boynuna doğru, unuttuğu o yârin ışıltılı yüzüne dönüştü.