kurmaca · masal · Uncategorized · Zeitgeist · şimdiki zaman

Bunamak

Richard Wilson (1760); The White Monk; (c) Royal Academy of Arts / Photographer credit: Prudence Cuming Associates Limited

Vuslat olmadı ki, hasret olsun?

Bizim kaybolmuşluğumuz kendisine tamamıyla yabancı bir kente ayak basan, arada haritasını kaybetmiş, geldiği ülkenin dilini bilmeyen yabancı bir turistin perişanlığına hiç benzemiyor. Biz, daha çok o kentte nereye gideceğine dair en ufak bir kanısı ve sezgisi olmayan şaşkın bir Alzheimer’lıya, bir bunağa benziyoruz. Elimize biri harita ya da pusula tutuştursa bile, anlamsız gözlerle bakacağız ona. Bir yandan da harita özlemindeymişiz gibi boşluk bilmez boğucu kurgulara maruz bırakacağız kendimizi. Fakat elimize harita tutuşturmaya kalkışacak kendini bilmez meczuba alaycı gözlerle bakacağız yine de. Her gün seyreylediğimiz kurgusal karakterlerin yanına bile yaklaşamaz o budala. Etrafı örümcek ağlarıyla kaplanmış bu çok katmanlı mağaranın dışından içine vize verilebilir mi? Bu kadar duvardan içeri sızan ışık olur mu hiç?

Başımıza aslen bir olay gelmiyor olsa da, dürtüklenip mutlu olmaya ya da azgınca bir öfkeye kapılmaya hazır gibiyiz. Muhatabın aslen bir önemi de yok. Bir olay tanımı gereği zaman ve mekanda vukuu bulur, biz onu da kaybettik. Anlamlandırmaya takatimizin kalmadığı, birbiriyle ilişkisi müphem bu film kareleri silsilesinde savrulup duran, duygu karmaşasına gömülü şuurdan yoksun bunaklarız. Bir gün methiyeler dizdiğimiz ilahlara, ertesi gün yüzümüzü ekşitip küfürler savurmamız bundan. Öyle hissediyoruzdur çünkü.

Aynalar en korkunç eşyalardır. Yasaklanmıştır bu diyarda. Aynaların yerini ekranlar almıştır, bizim yerimize gülen, ağlayan, aşık olan, cinayet işleyen, zulmeden, direnenler almıştır. Topluca yargılar, topluca kucak açarız ilahlara da, yeri geldiğinde topluca idam edeceğimiz gibi. Neden? Çünkü öyle hissetmişizdir. Olur da biri paramparça hâlimizi yüzümüze yansısa, aynaların üzerinde tepinecek ve mevzuyu unutacağızdır. Ekranlarda ayna güzellemeleri yaparak, hatırlamaya çalışa çalışa unutacağızdır hem de. Hafıza kaydedelim diye diye bunadık. Hafızayı suretsiz resimlere nakşettik biz. Ağzımızdan zorlama sırıtışlar eşliğinde buz gibi çıkan hesaplı kibar sözcükler, gelebilecek olası tekinsiz karşılıklara alınmış önlemlerdir. 

İçimizden biri, kendini önemli sayan ama sıradan, hemen hepimiz gibi artık hiç rüya göremeyen, yorgun ve yılgın bir adam, mevsimlerin şaştığı ince yağmur ertesi ayaz bir öğle vakti, bunaklar diyarında hedefsiz yalpalayarak yürüyor, rastgele ne idüğü belirsiz şarkılar mırıldanıyordu kendi kendine sokaklarda. Rüyaları gibi hayalleri de bir türlü kristalize olamıyordu adamın. Bir çiğ damlası gibi düşüyorlardı toprağa ve düşer düşmez, anında buharlaşıyorlardı, döllenmeye fırsat bulamadan kürtaja uğruyor gibiydiler.

Zavallı sümüklü böcekler yağmurun çiselemesine aldanmış, hepsi birden başlarını çıkarmışlardı topraktan. Yaşlı beyazlara bürünmüş bir ak sakallı çıktı önüne ve salyangoz cesetlerini işaret etti kahramanımıza. Oraya buraya koşturan kalabalık, büyük felaketlerin kahinleri olmuş salyangozları eziyor, çatır çutur sesler çıkıyorlardı kabuklardan. Hiçbir şey olmamış gibi devam ediyordu kalabalık. Çoktan kanıksamışlardı bunu da.

“Boş ver salyangozları”, dedi adam. “Yalan da olsa yürüyoruz işte. Bir yolumuz olmasa da…”

“Takip edersen beni, bir yol vereceğim sana.”

Ağzını açmaksızın, dudaklarını kıpırdatmaksızın, bir ses çıkarmaksızın aktardı bu vaadi ona ihtiyar. Nice sözler vardır, uzun mesafeler boyunca sessizce dolaşırlar aramızda. Fark edenimiz çok az olur ama virüsler gibi döne dolaşa işgal ederler ruhumuzu.

Ak libaslı, ak sakallarından yüzü gözü kapanmış bu ihtiyarı gözleri bir yerlerden ısırıyor gibiydi. Yakınmaktan alıkoyamadı kendini. Dert yanmaya başladı ona.

“Rüyalarımı kaybettim ihtiyar. Ne çok şey beklediğim gibi – kavuşmak bile, ayrılık bile, yalnızlık bile… Zalim fütursuzca sergiliyor zulmünü, yalancı yüzü kızarmaksızın söylüyor yalanını, kalabalık kurban kılığında bir çakal sürüsü gibi abanıyor kurbanına – nerede eşek şakaları, çat kapılar, davetsiz misafirler, muğlak sorular, mızıklar, nerede karşılıksız sorgusuz sualsiz teslimiyetler – ihanet bile kurnazca hesaplanmış bir formülün parçası burada! Hiç teklemiyor işinde gücünde olan, yaşama gönül rahatlığıyla dönerken sırtını, bir kez olsun aksatmıyor görevini. Nerede ağzım açık, beni hayrete düşüren rengarenk rüyalarım? Yol demek ağırlık demek. Onu yüklenebilir miyim, bilmiyorum, ihtiyar. Kaybettiğim rüyalarımı isterim senden.”

Derin bir yerlerden aynı lakırdıyı duyar oldu.

“Bir yol vereceğim sana. Evime gel.”

Yaşlı adamın uyarısını dikkate aldı kahramanımız, salyangozlara basmamaya o da özen gösterdi birlikte yürürlerken. Ya bu serseri, onu soymak isteyen, balık hafızasından faydalanmak isteyen adi bir suçluysa? Bu korkusu ortaya çıkar çıkmaz, derhal tuzla buz oldu, unuttu gitti onu da. Fırtına çıkmıştı, üşüyordu, titremeye başlamıştı ve bir türlü bu ak libaslı garip herifin evine varamamışlardı. Sıcak mıydı acaba kulübesi?

Yol boyunca kalabalıklar giderek azaldı. Engin bir denizin kıyısına vardıklarında, iyice tenhaydı artık ortalık, başbaşaydılar.

“Benim evim burası. Bundan sonra ayrılacak yollarımız. Sözümü yerime getirmiş oldum işte.”

Elini yüzüne değdirince kavradı kırışıklıklarını kahramanımız. Gözünden süzülen damlalardan birini tek tük düşen yağmur damlalarından sakınır gibi parmağına alıp dudağına dokundurdu, tuzumsu tadına baktı. Durduramıyordu kendini artık. Dökülen her bir göz yaşına karşılık, puslu hatıralar birer birer canlanmaya başladılar.

“Ya rüyalarım, kaybettiğim rüyalarımı geri verecektin bana” diye bağırdı arkasından denizin ötesine doğru yönelen ak libaslının. Durdu, bir anlığına ve son kez başını ona döndü ihtiyar, gülümsedi. İhtiyarın gülümseyen sureti tedricen, alnından başlayıp boynuna doğru, unuttuğu o yârin ışıltılı yüzüne dönüştü.

Pencereden süzülen ışıktan kamaşınca gözleri, uyandı uykusundan kahramanımız.

eleştiri · Nizetzsche · orta sınıf · şimdiki zaman

Kafalardaki maskeler

Tarihte ilk resmi sigara karşıtı kampanya Alman Nazi hükümetine kısmet oldu diye biliyorum. Bizatihi Hitler yeminli bir sigara karşıtıydı, etrafındaki bağımlı arkadaşlarına sigarayı bıraktırmaya uğraşırdı. Bunun yanında hayvanseverliğiyle de bilinirdi, son yıllarında bir vejetaryen olmuştur. Gün içinde düzenli sağlık amaçlı yürüyüşler yapmayı severdi. Ayrıca ırksal temizliğinin haricinde, beden temizliğindeki obsesyonuyla da bilinen Führer’in başka bir ilginç yanı da gün içinde dört defa duş alma alışkanlığıdır.

Şaşırtıcı değil. Geçen senelerde Nazi hükümetinin sigara karşıtlığı kampanyasını anlattığım orta sınıf hassasiyetleri kuvvetli bir grupta tepki çektim. Açık havada dağda bayırda yapacağımız bir etkinlikte “sigara içme” yasağı getirmeye çalışanlar üzerine çıkan bir tartışmada oldu bu. Nasıl olur da birileri onları pasif “zehirlemeye” kalkışmaya cüret ederdi? Aynı tipolojiye sorsanız, komşusu zırnık gürültü yapamaz, aşk’ı yüceltmeye kalkışır da, sigara içen kirli bir tipe asla “aşık” olamaz, küfürlerde semantik – etimolojik analiz yapmaya kalkışıp, sadece tende ve bedende değil sözcüklerimizde ve tarihte bile hijyen arar. Farkında olarak ya da olmayarak, kontrol toplumunun gönüllü polisine dönüşmüştür bu güruh. Führer postmodern dünyamızda reenkarne olsa, eminim onlarla gurur duyacaktı.

Aynı tipoloji, şiddet’in her türlüsüne karşı olduğu iddiasındadır. Sanki fiziksiz biyolojisiz, sürtünmesiz, hareketsiz, kimliksiz, cinsiyetsiz, kirsiz passız, pür simüle bir ortam obsesyonu içerisindeymiş gibi konuşur, ona göre hareket eder. Uzay – zamanda varolmakta olanı olduğuyla kabul edemez bir türlü. Sürekli kontrol, sürekli çeki düzen verme hastalığından mustariptir. Örneğin futbolda bile “adaletsizliğe” izin verilmez bu simüle toplumda, kameralarla yeniden ve yeniden zamanı geriye alarak, tartışmalı pozisyonların izlenmesini ve öyle karar verilmesini gururla emreder. Bir Maradona’ya, Tanrı’nın eline, yani “ilahi”, zorunsuz edime, bir mucizeye izin verilmez orada.

Özgürlüğü de tanımlamış olduğu bu temiz kişisel alana hapseder. Lince ve lanetlemeye bir hayli yatkın, “akıldan bihaber” ama kendini pek akıllı sayan acayip orta sınıf obsesif mentalitenin hegenomik meşruiyetinin tavan yapması ile, sıradan bir viral epideminin toplumun bireyleri üzerindeki etkilerinin neler olabileceğine şahit olundu bu ülke özelinde de. Binde bir oranında bile olsa ölebiliyor olabilmelerini bir türlü kabullenemediler. Cuma günü işten çıkan, muhtemelen buzdolabı boş bir işçinin ani sokağa çıkma yasağıyla marketlere üşüşmesini, Kola almasıyla bile çok bilmiş malumatfuruş bir akılsızlıkla alay edebilecek zavallıklara düştüler.

Malangatana Ngwenya, Mozambik, 1967 (Londra, Tate Modern, 2019)

Daha da korkunç olan, bir hastanın yalnız bırakılması, bir cenazenin bile yapılamaz hâle getirilmesiydi, bedenin yalnız başına teknik önlemlerle betonlanarak gömülmesinin meşruiyet kazanmasıydı. Veba ve benzeri çok daha ciddi bulaşıcı hastalıklardan, kıtlıklardan, toplu kıyımlar gibi çok çeşitli belalardan geçmiş insanlığı akla getirince, en katı dindar topluluklarda dahi, yüzlerce yıl aktif kalagelmiş ibadethanelerin alkışlar eşliğinde kapanması, aslında çoktan bambaşka bir çağa sürüklendiğimizin en tipik işareti oldu.

Toplumun bir toplum olabilmesinin en temel özelliği “ritüellerimiz” değil miydi? Orta sınıf tipolojisinin küçümsediği sembolik ortak kodlarımız değil miydi bizi “insan” kılan, öteki ile ilişkilenmemizi ve iletişmemizi sağlayan?  

Mesele prima facie göründüğü gibi sigara bağımlılığı ve akciğer kanseri meselesi değil. Temel insan korkularını aşan bir yere sürüklendik. Bir yığınsal canavara dönüşen, kendini haklı ve ötekini küçük gören bu akılsız sürü ahlâkında, bahsettiğimiz bu Aryanik güvenlik saplantılı korkak mentalitede, özel alan ve hijyen saplantısında, aslında bildiğimiz anlamda yaşamaya hiçbir yer yok. Kendi elleriyle kendileriyle birlikte hepimizi nefessiz bırakıyorlar. Ölmemek adına elinden geleni ardına koymayacak ama aynı zamanda otantik anlamda bir yaşama da olanak vermeyecek bir simülasyonu, küresel pazar ekonomisinin ve güçlerinin muazzam desteğini alarak Platon’un ünlü mağarasına çok katmanlı duvarları ördüler. Gölgelerin gölgelerinin gölgelerine maruz kalan seyircilere dönüverdik. Fakat yaşam, çıplak hayatta kalmaktan çok ötede organik, riske, devinime, mucizevi zuhura yani yeniye açık olduğunda kendini otantik olarak örgütleme şansına sahip olabilir, bu tımarhaneden çıkılabilir.

Maskeler ne de çok yakışıyor şimdilerde Nietzsche’nin poetik başyapıtında tasvir ettiği Son İnsanlar’ına:

“Son insan en uzun süre yaşayandır. Biz mutluluğu bulduk der – son insanlar
.…
Hasta olmaya ve güvensizlik duymaya günahkârlık gözüyle bakar son insanlar: temkinli olurlar. Hâlâ taşlara ya da insanlara takılıp tökezleyen, budaladır!

Çalışırlar hâlâ, çünkü çalışmak bir eğlencedir. Ama eğlenceden bitkin düşmemek için de önlem alırlar.

Herkes aynı şeyi ister, herkes aynıdır: başka türlü hisseden kendi ayağıyla gider tımarhaneye.

Kurnazdırlar ve bilirler tüm olup biteni: bu yüzden sonu gelmez alaycı sözlerin. Hâlâ dalaşırlar birbirleriyle, ama uzlaşırlar çok geçmeden de – yoksa mahvolur mide. Gündüzün yaşanan küçük keyifler de var, geceleyin yaşananlar da: ama özen gösterirler sağlığa.”

eleştiri · ironi · şimdiki zaman

Zombiler, zombiler her yerde

“Vielleicht ist heut der letzte Tag
Den du noch hast zu leben
O Mensch veracht nicht was ich sag
Nach Tugend sollst du streben.”
Bir eski Alman halk şarkısı

Marcus Aurelius diyordu asıl korkmamız gerekenin ölüm değil de, yaşama asla başlayamamak olduğunu. Elbette günümüz insanı bu denileni – almış gibi yapsa da – asla ciddiye almayacaktır. Modern yaşam en başından beri ölümün yadsınması ve nihayetiyle de “ölümsüzlüğün” fethi üzerine kurulmuştur. Harari’nin bir kitabında aktardığı üzere Google gibi dünya imparatorluğunu sahiplenen büyük tekeller misyonlarında açık açık ölümsüzlüğü amaçladıklarını ifade eden şirketler kurdurmaya vardırmışlardır işi… İmparatorluğun hegemonu ABD’de yapılan harcamaların iki ana dalı vardır: biri savunma adı altında saldırı, daha doğrusu savaş (ordu); ikincisi sağlık adı altında, ölmeme (NIH)…

Ölmeme, bir tür zombiliğe karşılık düşer. Şeyleşmiş içeriksiz yaşam artık her şey gibi uzunluğuyla ölçülüyordur. Aynı kullanım değerinden soyutlanmış olarak tanımını bulan içeriksiz meta gibi ölçüme tabidir, “yaşam” olarak adlanamayacak satılığa çıkarılmış ömürler… Marx şaheserinde değer teorisini anlattığında pamuk, demir, buğday gibi materyal objeler üzerinden denklemler kurarak örnekler veriyordu. Artık çok daha göz önünde olan çeşitli markalı zombi bedenlerden tezgahlanmış ömürler halbuki. Örneğin Paris’te tankla ezilen Fransız zombilerin ömrünün değeri Ankara’da bombalananların iki katıdır. Ankara’dakilerinki Gazze’dekilerin iki katıdır. Gazze’dekilerin ise Kongo’dakilerin birkaç katı olmalıdır. (Pardonne-moi, ma chérie, fakat Kongo’da bir şehir ismi bilmiyorum). En tiksinç olan ise sosyal medya köşelerinde vicdanıyla ve kuşkulanamayacak samimiyetleriyle, meşrebleri uyarınca belki timsah ya da başka bir mahlukatın gözyaşlarını dökenlerdir. Göz yaşlarını akıtmaktan çekinen, favori Beethoven senfonileri dinlemekten çekinen Lenin’lere hasret duyarız bu çağda.

Ellerinde yürüyen arabalarıyla ayağa kalkmış sürüngenler (reptilus erectus) olarak görünen süper marketlerde alışveriş eden yalnız yaşlıları anımsatır zombiler… Erken ölenlere boş zamanlarında hobi olarak acıyanlar, çıplak bir hayatta kalmanın ötesinde bir şey düşünemeyeceklerdir. Onlar hep kavuşamadıkları daha iyi bir lunapark arzusuyla tutuşan ve canları her daim çok fena sıkılanlardır. Ölümü unutmak için yapıp ettikleri artık beyhude bile değildir… Kabuslarına ölümden kaynaklı dehşetin sirayet etmesinin bir manası kalmaz bu denklemde. Zira birleşik mega süpermarket ve alışveriş merkezleri krallıkları habitatında ellerinde telefonlarıyla sürünen irili ufaklı çeşitli meblağlarla etiketlenen bu mahlukatlar zaten artık çoktan ölmüş olan Tanrı’nın kabusunun bir tecellisi olsa gerektirler. Freudian bastırma mekanizması bile sönümlenmiştir, bu hayatta kalmaklığın, ölememenin cehenneminde.

duyumsayıklamalar · satir · şimdiki zaman

Olağanüstü hâllerimiz

Eğer bir Türk Gregor Samsa, sabah uyandığında dev bir Wuhan virüsüne dönüşmüş olsaydı, halkımız vatansever hislerle birleşmekte gecikmez, onu kolonya yağmuruna tutarlardı. Gerçekten de artık gittiğimiz restoranlardan mobilyacılara kadar herkes limon kolonyasını size sorma gereği dahi duymadan sıkmaya başlıyorlar. Bu cömert ikrama itiraz etme hakkınız yokmuş gibi.

Daha bir önceki dükkanda kolonya sıkılmıştım bahanesini öne sürüp de elinizi hızla çekmeye muvaffak olursanız, az önce misafirperver duygularla sizi karşılayan dükkan sahibinin kötü bakışlarına maruz kalacaksınız. Bu kadar adamın ölümüne şimdiden sebebiyet vermişsinizcesine suçlu ilan edecekler sizi.

Arabanız olduğu hâlde toplu taşımaya adım atmaya cüret mi ettiniz, siz bir cahilsiniz. Bu cehalet suçlamasına aşağıdan yukarıya tüm sınıflar devletler nezdinde katılacak ve ellerinde gelse sizin kör cehaletinizi öldürmek üzere kolonyaları birleştirecek ve sizi cehaletinizde boğacaklardır. Bu virüsle ilgili şaka yapmaya mı kalktınız. Aman allahım, bir sürü insan teker teker ölüyor. Ne kalpsizsiniz siz. Ne vicdansız. İnanmasanız da dualarınızı her gün ölmekte olan fakat hiç tanımadığınız insanlara gönderme pozu kesmeniz kâh sokakta (sokak kaldı mı ki?), kâh sosyal medyanın cıvımış çamurunda pozitif enerjili emojilerle desteklenecektir.

Anlamalısınız ki. Bu balık hafızalı güruh sosyal medyada ilk sıralarda gördüğü tüm ölümlere ortak olmanızı şart koşmaktadır. Yüzünüzü buruşturmanız ilk şarttır. Ruh hâlinizi bu yüz buruşturmasına sarmanız her şeyi kolaylaştıracaktır.

Evlere tıkadılar sanıyorsunuz mu bizi. Hayır, ev, bir dışarısı ile birlikte var olduğunda kendi anlamını bulur. Ev ve kamusal alan gibi. Ev ve öteki evler gibi. Ev ve mahalle kahvesi – birahanesi gibi. Ev ve agora gibi. Fakat, dışarısı sürekli olağanüstü hâller hâlinde ilk akla gelerek türlü makarna ve bilumum bakliyat için üşüşülen bir süper market olamaz. Keza tüm hayvani ihtiyaçların online alışverişe bağlandığını bir kereliğine varsaysak, dışarısının fiziki olarak da günbegün imha olmakta olduğu idrak edilecektir. Demek ki evimizin içini de dışarısıyla birlikte aslen kaybettik. Biz içinden çıkılması imkân dışı olan bir kafese gönüllü hapsolmuş mahlûkatlarızdır artık. Sürekli güncellenen makul komutlar dahilinde hayatta kalmaya çalışan mahlûkatlar…

Bu durumu Starbucks tipi ders çalışmak, kitap okumak, yazılar çizdirmek için “yalnız” gidilebilen self-service kafelerden de anlayabiliriz. Orada bir garsonun masamıza uğramasına, bizimle göz göze gelmesine tahammülümüz yoktur. Kahveyi elimize aldığımız andan itibaren kısa süreliğine de olsa evimizde hissetmek isteriz. Oturduğumuz masada bir kitaba, cep telefonuna yahut bilgisayara bakakalarak var ettiğimiz yalnızlığımız hiç kimse tarafından gölgelenmeye gelemez. Bir çok diğer yalnız “transparan ev parçalarını” gören sandalyemiz aracılığıyla evde olma duygusu ikame edilir. Arada attığımız kaçamak bakışlar, bir komşuyu safça ve haklı olarak röntgenlemek gibidir. Tuvalete gittiğimizde masada bırakılan bilgisayara sahip çıkmakla yükümlü tuttuğumuz komşulardır yan masalar…

Öyle ki, söz konusu kafelerde kendimizi tıkadığımız güvenli kafesimizin üstümüze sindirip sindirip biriktirdiği o anlaşılmaz lanet angst üzerimizden gider de, kısa süreliğine de olsa bir evde olmaklık duygusu yaşarız. Evsiz Şarkiyatçı bir turistin uzak yoksul bir ülkedeki bir eve uğrayışına benzer bu.

iç döküş · şimdiki zaman

Umut

Leonard Cohen’e bir röportajda soruyorlar. “Neden kötümsersin?” “Kötümser, gelecekte bir fırtınanın kopacağını, sağanak yoğun bir yağmurun yağacağını düşünür. Ben ise en başından beri sırılsıklamım”, mealinde bir şeyler söylüyor.

Belli ki uzun bir süredir büyük bir yıkımın eşiğindeyiz. Bu ilk kez olmadı. Tüm dini ve mitolojik hikâyeler bu tekerrür edip duran yıkımın insanın doğasına içkinliğini bize hatırlatıp, durdular. Tevrat’ın en tanıdık ilk kitabı Genesis’i hep bunun hakkında mesela. Cennetten kovulmadan başlayıp cinayete, sürgüne, ihanete, yalana, dolana, katliama, açgözlülüğe, güç seviciliğine, yıkıcılığa hep işaret eder. Bir takım “kötülerde” değil, en seçilmişlerde, peygamberlerde dahi bu günahın en ağır şekillere işlendiği öykülenir.

mde
Lucas Cranach der Ältere, Adem ve Havva, 1526         (National Gallery, London)

Söz konusu olan, insanın hem toplumsal hem bireysel düzlemde asırlardır kendiyle mücadelesidir. Bize bu acayip zamanda miras kalan da bu işte. Tüm bunlara işaret ederken, “arabesk”, kibirli, sözde entelektüel itirazlar etmek, ve buna dayanarak mücadeleden vazgeçmek gibi bir tehlike de var. Hüznü etrafa caka satmak ve/ya onun kendisinde boğulmak için;  ya da kendisini “günahsız” sanmanın ben merkezli körlüğünde değil de, kendi hakikatimizi duyumsamak, eylediklerimizde sorumluluk almak cüreti için değerlendirmek gerek.

Beri yandan bakınca tüm o hikâyeler aslında evrimsel süreçte bizim kodlarımızda toplanan alışkanlıklarımızın sonucu olarak varlar. Bir nevi kendimize kendimizi hatırlatıyoruz. Fakat şimdi özellikle orta sınıflar “kaçmak” için yol arıyorlar. Belki imgelerde boğularak, belki kısa süreli hazlar peşinde koşarak ve etrafa yalandan bol emojili kahkahalar atarak… Ama kendi evlerinde, yani ruhlarında, için için ağlayarak…

“Yeni” Ahit’in teklifi bu yüzden olsa gerek, doğru yola sapmaya niyet ettiğimiz andan itibaren günahların silinmesidir. Bana göre geçmişin yükünün aslında şimdi’de varolmadığını; o yükü bunu idrak ettiğimiz andan itibaren yeni’ye dönüştürebileceğimizi, kurguları yok etmenin imkânlarını müjdelemektedir, İsa’nın çarmıhta gerilmesi… Kandırmacı bir iyimserlik içinde değil de, şimdi’de, tam bu anda bu yıkıcılığa karşı ses çıkarabilmenin imkanlarına işaret etmekte ısrar etmek gerekir. İşaret etmekle kalmayıp, tüm tavrımızla hüzünden bağımsız olmayan bir neşeyi etrafa yansıtmaktan kaçmayarak…

Kısa vadede umudum da yok, işin doğrusu. Belki mevsim sonbahar ondan. Belki savaş var; belki açgözlülük ve fanatizm her yerde muzaffer diye görüyor gözlüklerim. Ülkemde milliyetçiliğin bu denli satması bu yüzden. Sol ya da sağ, kadın ya da erkek, liberal ya da sosyalist, Kürt ya da Türk hiç bir tarafın diğerini dinlemeye bile tahammülünün olmaması… Bu ortamda ses çıkarsan, duyulabilir mi? Yığınların narsisizmini kuvvetlendirecek kümelere girip, çığırtkanlık yapmaktan başka bir şey olmayan bir ahmaklığa batması… Yapılacak olan içe kapanmak mıdır bu durumda? Buradan da negatif bir romantizm çıkarmayacağım. Aman! Sadece alternatif üçüncü sesler çıkarmanın yollarını bulmamız lazım. İnsan olabilmenin, paylaşmanın, dayanışmanın ve, müstehcen kahkahaların değil de sahici olarak gülüşlerin yolları her ne ise onlara yönelmenin… Bu doğrultuda adımlar atarak direnenlere de koca bir şükranla bakmanın. Çünkü iyi emsallere ihtiyacımız var. Hepimizin.

eleştiri · yeni · şimdiki zaman

İlerlemecinin kibri ya da çöküş

Sıklıkla “gelişim”in bizatihi “iyi” bir şey olarak farz edildiğini duyuyorum çevremde. Büyüme, refah, verimlilik, ilerleme, çoğalma, artma, kalkınma gibi sözcükler de benzer bir şekilde olumlu babda kullanılıyor. Tersi ise, hem de devrimcilik adına, hiç düşünülmeden “gericilik” denilerek lanetleniyor. Peki bir saat ileriyi gösteriyorsa, onu geri almak “gericilik” midir gerçekten?

Gelişme, ilerleme ve çoğalmanın modern kapitalizmden kaynaklı olarak dimağlarımızda edindiği yer aşikar… Boşuna tembelliğin aristokratik tipi olarak resmedilmiş, iyi huylu ancak atalet içinde gelişime direnen Oblomov söz konusu aynı isimli romanın sonunda ölmemiştir. Gelişimin önünde direnirsen, yok olur gidersin. İyi niyetli, aptal ve müzmin bir loser olarak lanetlenmiştir Oblomov. Arkadaşı yenilikçi Stolz ise romanın baş hatunu güzel Olga’nın gönlünü kazanır. Ya da çocukluğumuzda en iyi bildiğimiz fabllarda keyif içinde çalışmayan ağustos böcekleri kötü örnekler olarak boşuna resmedilmemiştir. Ya da kurnaz tilkiler göklere çıkarılırken, ağzındaki peyniri ona kaptıran “idiot” kargalar boşuna lanetlenmemiştir… Bütün bu öykülerde her şeyin ölçüp, biçildiği, hesaplandığı batılı modern çağın faziletleri olarak anlatılır; ve modern zihin bunu öylece kabul etmeye hazırdır. Öyle ya, şimdi “internet” denen şey sayesinde öyle bir geliştik ki, dünyanın her yanına ulaşabiliyor, bulunduğumuz yerden diyelim Çin’deki biriyle haberleşebiliyoruz. Zamanı ve mekanı, tekniğin gelişimi sayesinde ulaşım araçlarıyla kat ediyor, onu küçültüyoruz. Bunlara kalırsak bir de beyinlerimizi bilgisayarlara upload edip, Gılgamış’tan beri insanlık fantezisi olarak “ölümsüzlüğe” bile erişebileceğiz (!). Bence korkutucu olsa da bazılarının cidden inandığı (post)modern çağın akıl almaz bir masalı daha…

Olan biten her şey, teknik gelişimin eliyle, aklımızı başımızdan alacak kadar baş döndürücü değil mi? Fakat arada biz de ruhsal ufalıyor olamaz mıyız? Michelangelo Antonioni’nin bir filminde (Beyond the clouds) bahsi geçen hikâyede bir yerlinin beyaz adama ettiği şu sözü hatırlayarak diyorum bunu: “O kadar hızlı gidiyorsunuz ki, ruhlarınız geride kalıyor

Gelişmekte harika beceriler gösteren kötü huylu kanser tümörleri var bir de. Kontrolsüz olduğu kadar estetik bir gelişimle, saldığı kimyasallarla hücrelerin kan ve oksijenden beslenir; kritik metastaz aşamasıyla birlikte kanın akışına karışarak vücudun diğer organlarına yayılır. Tümör yayılımının estetikliği karmaşık bir matematiksel denklemi izlemesinden ileri gelir. Sonra da bir tüm vücudu iflas ettirerek mutlak zafere erişir. Gelişimse gelişim, güçse güç, çoğalmaysa çoğalma; ilerlemecinin kullandığı tüm kavramlar kötü huylu tümör için birebir gibidir.

Bu düzen, hükmü altındaki kalabalıklara çoğalmayı emrederken, kodsal yapısı gereği aynı zamanda içeriği boşa çıkarıyor. Bu yüzden ölçmek, biçmek, hesaplamak sonunda akıl almaz verimlilikte bir gelişime hizmet ediyor. Ne var ki virtüel rakamsal çoğalma, reel içeriksel boşlukla birlikte geliyor. Yaklaşmakta olan çöküş de böyle bir arogansın, aptalca bir kibrin ürünü oluyor. Tanrının yerini almakla övünen arogant, yaptıklarıyla övünürken, tüm zaman – mekana yayılıp, onun herhangi bir koordinatına ulaşabilirken, yapayalnız olmaktan şikayet ediveriyor. Sıkılıyor. Sıkıldıkça sapıtıyor.

İngilizce’ye bile can sıkılması (boredom) sözcüğü 19. yy’ın ortalarından itibaren gelmiş. Zamanla ilgili kavramlar (Örneğin, “vakit nakittir” ya da “time flies” gibi) da tahmin edilebileceği gibi fabrikalarda kartlı sistem uygulamaları ile batı dillerine girmeye başlıyor.

Romantiklerin öncülü sayılabilecek Jean-Jacques Rousseau, söylendiğine göre, neden 1750’de saatini bir kenara atıp fırlattıktan sonra, “Çok şükür, artık zamanın ne olduğunu bilmek zorunda değilim” demiş olabilir?

eleştiri · felsefe · şimdiki zaman

Ayartıcı imge ve dar kapı

“Dar kapıdan girin. Çünkü yıkıma götüren kapı geniş ve yol enlidir. Bu kapıdan girenler çoktur. Oysa yaşama götüren kapı dar, yol da çetindir. Bu yolu bulanlar azdır.”
(Matta, 7:13)

Yazı, söz ve iletişim yavaşça aramızdan sıyrılıp gitmekte… Bu sadece bizim ülkeye özgü bir durum da değil… Okuduğum en iyi İngilizce metinleri yazan blogger’lar dahi artık Facebook ya da Instagram ortamlarında yaptıkları yemekleri, gezdikleri yerleri, arkadaşlarıyla olan fotoğraflarını paylaşmakla yetiniyorlar; o eski şahane yazılarından bir eser yok.

On sene öncesini hatırlıyorum da, kimse fotoğrafını öyle rahat paylaşamazdı. Yüzünü göstermek neredeyse büyük bir tabuydu. “Smiley”leri öyle fütursuz ve çeşitli kullanmazdık. Sonra birbirimize harbiden uzun cümlelerle hâl hatır soran, fikir paylaşan, dertleşen uzun e-postalar ya da mektuplar atardık; o uzun mesajlarda şimdilerde pek rastlanmayan bir samimiyet vardı. Çok değil, en fazla on sene önceden söz ediyorum.

Şimdiki zamanlarda, sosyal medyada herkes sadece kendini “beğenen”leri takip eder oldu; ya alkışlayan ya da yuhalayan ama bir ötekinin sesini duymak dahi istemeyen ezici bir çoğunluk kapladı ortamı. İmgeler herkesi ezdi geçti. İmgeler hemen herkesi narsisist bir taraftara dönüştürdü. Bireyler bir yığına; “biz”e ya da “siz”e dönüştü.

Kieerkegaard 19. yy’da  devrim sonrası değişen çağ bahsinde şöyle diyordu:

“… Devrimci çağ bir eylem çağıyken, bizim çağımız reklam ve tanıtım çağıdır… Bugünün gençleri arasında herhangi bir konuyu derinlemesine kavrayışla, dört başı mamur bir şekilde öğrenme neredeyse düşünülemez; bunu gülünç bulacaklardır.

 … Asil ve iyi eylemler çağı geride kaldı, şimdiki çağ ise peşinen tanınmış olduğunda bile beklenti çağıdır. Kimse belirli bir şey yapmaktan tatmin olmuyor, herkes hiç olmazsa yeni bir kıtayı keşfetmiş olmanın yanılsamasına yaslanan düşüncesiyle pohpohlanmış hissetmek istiyor.”

Asırlar öncesinden bir feryat gibi metne kazınmış bu cümleler size de tanıdık gelmiyor mu?

Olan oldu artık, ve yüksek çözünürlüklü şu imgeler üzerinde bir emek verilmesi gerektiren yazının ve otantik sözün yerini aldı… Resim ve video, yazının ya da işitsel olanın aksine çok çabuk bir şekilde bilişsel aygıtınıza girer, sizi uyarıcı materyalin bıraktığı etkiye maruz bırakırken, aktif olarak düşünme gücünüzü elinizden alır. Bu özgürlüğünüzden olmanız demektir aslında. İmgeye boyun eğmeniz, onun ötesinde bir dünyayı düşlemenizin ketlenmesi anlamına gelir. Hızlıca dopamin salgılatır size imge, kısa süreli eğlendirir ama amansız hükümranlığı ile sizi iktidarsızlaştırarak yapar bunu; sabırlı bir duygu ve akıl vasıtasıyla inşaa süreci kurabilmenizin en baştan önüne geçer…

Elbette ki tek bir link’e tıklayıp, birkaç on saniyede indirebiliyoruz en lezzetli klasikleri, Platon’u, Aristoteles’i, Descartes’ı, Kant’ı vs… Ama imgelerin pornografisi öyle kuvvetli bir ışıkla kamaştırıyor ki gözleri, kör yarasalara dönüveriyoruz. Demek ki görmemezlik için hiç de öyle sanıldığı üzere karanlık zamanlara ihtiyacımız yok! Bilakis, yoğun bir aydınlık da körleştirip, duyarsızlaştırabilir sizleri.

Sözün değeri ne kadar da düştü? Özel yahut kamusal alanlarda egomuz okşanmıyorsa, söylenenin hiçbir kıymeti yok gibi. Halbuki bir zamanlar küçük bir kasabada çıkarılacak mürekkepli kalemle yahut daktiloyla yazılmış ufak bir broşür binlerce insanı harekete geçirebilecek kudrete haizdi… Matbaalar adeta silah depoları gibiydi. Şimdilerde makyajlı videolar izleniyor izlenmesine de; o enformasyon yığınının kimsenin beynini yahut bedenini harekete geçirdiği filan yok. Bir videoda muhatabınızı kolaylıkla manipüle edebilirsiniz; çünkü orada saniyede yirmi dört adet ardı sıra geçen kurgulanmış imgeye maruz bırakıldığınızda, düşünmek eylemi tamamıyla bloke olur. Video sizin yerinize sizin için çoktan “düşünmüştür” bile.

Mizah eklentili ikonofillerin kapladığı, aydınlanmanın yerini “fazla parlak” sinematografik bir yeni Ortaçağ’a bıraktığı zamanlardayız, demek ki… Sonu belirsiz ve aşırı flaştan körleşmiş yarasaların kapladığı cesur yeni dünya bu. Çok uzun bir süre ezici çoğunluk için imgenin pornografisinden kaçış için bir yol kalmadı.

Kısa vadede bir geriye dönüş mümkün görünmüyor. Öyleyse gözlerini özenle sakınacak ve adım adım “dar kapıdan” geçebilmek sabrını gösterecek küçük bir azınlığa bağlıdır artık, umut.