felsefe · Tolstoy · Wittgenstein

Wittgenstein’ın derdi

Şeyh Bedreddin, Varidat’da sarfediyor şu cümleyi: “Gerçeği arayan kişi hastayı andırır, onun dilediği olgunluklar da sağlık, esenlik gibidir.” Wittgenstein için “felsefe” hem hastalık hem de şifa demekti. Tractatus’u hep bir mantık kitabı sandım. Ama sondaki tümcelerde beklenmedik şaşırmalar yaşadım tabii. O kadar dünya de, önerme de, olgu de, şeylerden bahset… Sonra tüm bu söylenenleri anladıktan sonra bir merdivenle yukarı çıktın demektir; artık ihtiyacının olmadığı o gereksiz merdiveni çöpe atabilirsin diyerek bitir. Bununla da kalmayıp son meşhur sözle iyice kafamızı karıştır: “Konuşulamayan yerde sessiz kalınmalıdır.” 20. yy’a damga vurmuş incecik ve hayatında yayımladığı tek kitabının finalinde dedikleriyle topu kendi adıma tahmin edemeyeceğim bambaşka bir yere atıyordu. Ama nereye? Bu dediklerime değil asıl diyemediklerime bakın diyordu, öz olarak. Konuşamadıklarına. Konuşulamayacak olana.

Russell, onu hem karizmasıyla hem de dehasıyla kendisini alt ettiğini en baştan anladığı genç öğrencisi intihar eder diye endişe duyuyordu diye hatırlıyorum. Hocasının odasında gelip, bir aşağı bir yukarı yürüyen genç bir adam… “Neden yürüyorsun? Mantığın problemlerini mi düşünüyorsun, yoksa günahlarını mı?” İkisini de, diye cevaplamıştı Wittgenstein. Öğrencisinin olası intihar korkusunda haklıydı Russell, yanlış hatırlamıyorsam 2 kardeşi de intihar etmişti.

O ise daha başka bir yol seçti. Her şeyi, tüm servetini bırakıp, büyük dünya harbinde Avusturya adına ön saflarda savaşmaya gitti. Ölmeyince, pek çok kaba saba iş denedi. Bunlar için de en bilinenlerinden biri bir dağ köyünde yıllarca öğretmenlik yapması… Tractatus’u savaş sırasında yazarken, ta ki 1930’lara kadar felsefeyle hiç iştigal etmedi Wittgenstein. Savaş sırasında Tolstoy’un içinden mucizleri ve batıl inançları ayıkladığı gospellerini cebinde taşıması tesadüf olmamalı… Tolstoy’un imanındaki yalnızlığını derinden duyumsuyor olmalıydı. Kilisenin aforoz ettiği, karısının ya da onlardan öğrenmek için inat ettiği köylülerin, serflerin de hiç anlayamayacağı… ama uzaklara gideceği bir trene binecekken karın kışın ortasında ölüme yolculuk eden bu diğer dehanın, cenazesine Rusya’nın dört bir yanından büyük kalabalıklar dolacaktı. Lenin gibi adamlar elbette düşmanın bir tokadına diğer yanağını dönen şiddet karşıtı, sevgi yüceltisi Tolstoy’a kızacaklardı. Tolstoy her cephede, sağda ve solda, yalnız bir adamdır.

İtiraflarında kabul etmişti Tolstoy; bu dünyanın faniliğini bir kez kavrayınca insan, güçlü ise intihar ederdi. Ama zayıf bir karakterde ise, aynı kendisi gibi, yaşama devam etmek zorundaydı. Tabii “iman” ettiği bir Tanrı yok ise. Sanırım Gazali’nin bir metninden aldığı bir söylenceyi anlatıyordu insanın bu trajik durumunu anlatabilmek için. Korkunç bir yabani hayvandan kaçarken uçurumda bir ağaç dalına tutunmuş insan… O dalı da beyaz ve siyah iki fare kemirmektedirler ve o insan kaderini yani eni sonu, çok yakında uçurumdan aşağı düşeceğini ve aşağıda onu bekleyen ejdere yem olacağını bilmektedir. Yan tarafta ise diğer elini uzatabileceği bir tutam bal vardır. Bu hâli kavrayamayan insanlar ise kısaca cahildi ya da o bir kaşık baldan medet uman hedonistlerdi. Ama uçurumdan kaçış, cahil ya da deha, hiç kimse için mümkün değildi. Tam orada eşitleniyorduk.

IMG_20190725_235238.jpg

Wittgenstein, Cambridge’e geri döndüğünde felsefenin bir doktrinler ya da önermeler ya da çözümler, açıklamalar, teoriler toplamı olmadığını savunuyordu. Felsefe ancak bir etkinlik olabilirdi, nerdeyse Freudian psikanaliz gibi bize bakışımınızı değiştirecek, başka perspektifler ya da kullanışlı çerçeveler verebilecek törepatik, sağaltıcı bir etkinlik… En yüksek epistemik konuma “bilim”i koyan Russell, onun artık delirdiğini düşünüyor olmalıydı. Ya da eski parlak öğrencisi Wittgenstein düşünce tembelliğinden dolayı buralara savrulmuştu. Çünkü artık öğrencilerine dikte ettirdiği metinlerde, hiç de “sistematik” teorilere, açıklamalara girişmiyordu, Wittgenstein. Modern bilime nanik yaptığını bile açık açık söylüyordu işte… Bilimcilerin işi “inşaa” etmekti; o ise söyleyemediklerinin ardından gitti. Kimsenin onu anlamadığını düşünerek, pek çok büyük filozof gibi.

Ölmeden önce doktorun eşine sarf ettiği son sözünün, “Onlara muhteşem bir hayatı yaşadığımı söyleyin” olduğu söyleniyor. Eskiden bu huysuz kibirli zengin çocuğu dâhinin, ölürken bile narsisizmden kurtulamadığından bunları söylediğini düşünürdüm. Şimdiler de anlıyorum ki, biz de onun gibi konuşulamayan sessizlikleri, inatla ve cahil kalabalıklara ve kendini akıllı sanan mekanist akademik kariyeristlere, güç peşindeki çok bilmiş papazlara ve topuna birden aldırış etmeksizin kovaladığımız sürece kelimenin tam anlamıyla muhteşem hayatlar yaşıyor olacağız.