
George Orwell aynı başlıklı (Why I Write) kısa denemesinde yazmayı sağlayan dört itkiden söz ediyordu: katıksız egoizm, estetik coşku, tarihsel itki ve politik amaç. Bu sayılan dört temel itkiyi farklı oranlarda bir yazarda bulunan bileşenler olarak okuyabiliriz.
Yakın zamanlarda arkadaşlarımla bu soruya dair laf ediyorduk. Hakikaten neden yazmalı ya da daha da önemlisi yazmalı mı, yazmaya bir lüzum var mı? Bir arkadaşım “yazmadığında yaşayabiliyorsan zaten yazma”ya getirdi sözü. Diğeri ise, “gelecekteki dostlar için yazmak gerekir” dedi.
İlkinin söylediği gibi yazının öyle yaşamsal önemde olduğundan pek emin değilim. Tersine, kendi adıma yaşamı yazının önüne almayı tercih ettiğimden, yazı yaşamı engelliyorsa, yazmayı o noktada kesmek gerektiğini düşünenlerdenim. Yazmaya gereğinden fazla kutsiyet atfının kaynağının da Orwell’in “katıksız egoizm” dediği dürtünün etkisinde kalmış yazarların bir tür bilinçli ya da bilinçsiz propagandası olduğunu sanıyorum. Bunlar bir de ölümsüzlük gibi beyhude ve trajikomik denebilecek nitelikte budalaca amaçlar edindiklerini de söylerler etraflarına. Yazma motivasyonları ağırlıkla bu dürtünün egemenliğinde olduğundan, zorunlu olarak yazmak edimini yaşamsal bir fonksiyona bağlamış olmalılar. Dikkat ederseniz, bu gerçekten keskin bir cümledir. Yaşam, yazmak dahil olmak üzere tüm kurgusal edimlerin ya da daha genel olarak lafların ve hatta hikâyelerin dışında bir yerde durur. Yazmak zorunda olarak yaşayan birinin yakın arkadaşı dahi olmak zor olmalı. Böyle birinin kuvvetli patolojik narsisistik eğilimleri olacağından, burnundan kıl aldırmayan, çevresine bazen aşırıya kaçmış bir nezaket bazense tersine bir kabalık olarak eziyet eden bir zavallı olması kuvvetle muhtemeldir. İşin kötüsü, çağımız birey ve grup narsisizmini zaten fişeklediğinden, bu yazarımız artık kendi narsisizmleri okşanmaksızın koşulsuz övecek bir okur kitlesinden de mahrum kalmaktadır. Sosyal medya çağında iyice zirveleşen birbirlerini “layklayıp” duran yazarlar ve okurların durumu, narsisist grandoise yazarın haşmetli nişanını söküp almakta, bu yazarlar (ama okumazları) birbirlerini eşgüdümlü olarak esasen içerikten gayrı olarak övüp duran bir tuhaf güruha indirgemektedir.
İkinci arkadaşımın “gelecekteki dostlara yazmak” vurgusunun ise daha çok Orwell’in tespit ettiği tarihselci itki kategorisine yakın olduğu görülüyor: “Şeyleri oldukları gibi görme, gerçekleri bulma ve gelecek nesillerin kullanımı için saklama arzusu.” Bu itkininse ilkinin aksine çağımız kurmaca yazarlarında daha nadir görüldüğünü düşünüyorum. Ötekini önemseyen bir duruşu vurguluyor zira. Söz konusu itkinin, onun gibi ötekini önemseyen politik itkiden ayrı düşen yönü ise bugüne güvenmeyen bir tür melankoliyi barındırması. Melankolik ama aynı zamanda umutlu, zira kendini en azından geleceğe aktarabileceği duygu – fikirleri kavrayabilecek hayali okur dostlarına havale ediyor. Genellikle kötümserlik zamanlarında belirir böylesi bir hâl-i pürmelâl. Örneğin Sovyet devrimi hayal kırıklığını yansıtan Biz isimli distopik romanını kaleme alan Yevgeni Zemyatin ya da Nazizmin katlettiği günlüklerinden tanıdığımız Hollandalı Yahudi kız çocuğu Anne Frank gibileri anımsatıyor yazarın bu türden motivasyonu.
Bilhassa dünya savaşı sonrası kuzey batı Avrupa ülkelerinde, Almanca ve ailesi dillerde yazılmış eserlerde görülen “kimseye, çağa ve hatta uzaktaki bir medeniyete dahi güvenmeyen” denebilecek keskin bir yabancılaşmayı içinde barındıran yazarın motivasyonunu nereye koyabiliriz? Bu tür eserlerde biçimde özgünlük göze çarpar genelde, mesela bunların şahikası ve hatta öncüsü sayılabilecek Kafka’nın romanlarında olduğu gibi. Her ne kadar Kafka’nın “Umut var elbette, ama bizim için değil” deyişi belirsiz bir zamana yönelik çok cılız bir umudu işaret ediyor görünse de, aslında eserlerinde bir umut aramak ya da karakterlerin herhangi biriyle özdeşleşmek beyhude desek, yeridir. Kafkaesk olarak kabaca tasvir edeceğimiz bu tür yazında, egoistik ve estetik kaygıların da öyle çok önplanda olmadığını düşünüyorum. Estetik coşkuda hiç de eksik olmayan yazar çığlığı dahil yok mesela bu metinlerde. Metindeki olası çığlıktan ötürü yazarda olduğu kadar yazarla bu sayede özdeşleşen okurda bir rahatlama doğacaktır zira.
Bu postmodern çağa ve kuzey-batılı yazarlara daha özgü motivasyonu karşılamak için Orwell’in listesine, “rahatsız edicilik”i eklerdim, herhalde. Peki yazar neden okurunu rahatsız etmek gibi saplantıyı barındırmaktadır? Yabancılaşmayı okurun yüzüne vurup, Brechtian tarzda kuvvetli bir politik kaygıyı bile taşıdığı söylenemez bence. Burada yazar, belki de yapacak başkaca da bir şey bulamamaktadır. Ancak ilk arkadaşımın dediği gibi, “yazmadan yaşayamaz” diyemeyiz onun için yine de, yazar zaten yaşayamamaktadır ve belki sadistçe bir itkiyle okurun da yaşamaz olduğuna, gırtlağına kadar battığı bir kanalizasyon çukurunun içinde nefessiz kaldığına onu ikna etmek istemektedir.
Orwell’den aşırdığım bu postun başlığının biraz olsun hakkını vermek için, şimdi benim için en zor olana, kendi temel motivasyonuma geleyim.
Çocukluğumdan beri yazmaya meylim oldu, ilk yayınım on dört yaşında lise dergisinde düşünce özgürlüğünün sınırları üzerineydi. Ancak yazının asıl büyüsünün ifade etmekten ayrı bir niteliği olduğunu çok sonra anladım. Yazı yolu ile düşünceyi ifade etmek ve açıklamak girişimi, örneğin teknik yazılarda, gazete sütunlarında, bilimsel makalelerde sıkça yapılır. İfade etmek yolu ile yapıldığı üzere dünyayı tasvir etmek haricinde yazıyı bir de dünyaya bir yanıt verme girişimi olarak düşünebiliriz. Bu noktada yazının nesneyi (bu nesne sizin duygusal dünyanız da olabilir, ağaçlar kuşlar böcekler de) betimleme girişiminin ötesinde, bizzat kendisini bir nesne hâline getirebilmesinden bahsetmek istiyorum. Böylesi bir nesneyi inşa etmeye koyulduğunuzda, egonuz ister istemez devre dışına çıkmaya başlayacak, içinizde barındırdığımız tinsel çokluğa yer vermek zorunda kalacaksınız. Çokluk olarak adlandırdığım bu ötekilerin kaynağına ise ister bilinçdışı süreçler deyin, ister Tanrı ya da tanrılar…
Bu olduğunda, yazar alışkanlık hâline getirdiği kendi gündelik düşünme biçimine meydan okuyan, kendi içinde ama yine de kendine yabancılaştırmış olduğu, zihninin pek fazla girilmemiş örümcek ağlarıyla kaplı izbe odalarda barınan; egoistik merkezinin kaidelerine, prensiplerine, alışkanlıklarına muhalefet eden seslere yer vermek durumunda kalacaktır. Böylesi bir yazı tamama erdiğindeyse, yazarının alacağı keyif şaşırmakla koşut gider. Çünkü şöyle bir soluklanıp, yazdığı metne göz attığında kendisinden böyle bir ses çıktığına inanamayacaktır. Sanki yazarının kendi kontrolünden çıkmış yazı, direksiyonu kendi eline alıp kendi kendini yazmaya başlamış; yazarının tüm planlarını, varsayımlarını, gündelik hayatta varsaydığı zamansal – mekânsal koşullanmaları altüst etmiş gibidir, öyle ki bu sürecin sonunda sanki kendinden olmayan bir çocuk, bir hilkat garibesi doğurmuştur yazar. Böylece en başta yazanı olmak üzere bir dönüşüm potansiyeli taşıyan bir eser ortaya çıkar. Yazının büyüsü tam olarak bence bu olmalı. Bu büyü de yazarı içten içe gıdıklayan ve yaptığı edime neredeyse gizemli bir güç katan en temel itkilerden biri olmalı, kanımca.
Böylesi bir itkinin sonucu çıkan eserin, yazanın üzerinde olduğu kadar okuyucularda da terapötik (sağaltıcı) bir etkisi olabileceğini öngörmek zor değil. Yazı böylesi bir etik düzlemde yazarın ve onunla birlikte okurun temel fantezisini onaylamayacaktır. Aksine sınırlarını zorlayacak, temel fanteziyi bozacak, ancak bozarken de “alçalma” gibi bir poetik romantik izleğin peşine takılmayacaktır. (Rene Girard’ın romantik yalan diskuru geliyor tabii akla burada.) Yükselmeler kadar alçalmalara da yol açacak estetik coşku abartısının en tehlikeli tarafı, yazarı ve yazıyı ötekilerden ayıracak narsisistik bir zemine kaydırma ihtimali olmalı. Yazar kendisine ironik bir mesafe koyamazsa, tinsel çoklukla karşılaşma şansını elden kaçırır, onunla kendini ve metnini devindiremez. Ötekinin (sistemin, kadınların, erkeklerin, ebeveynin, patronun, dünyanın, kaderin vs.) eleştirisi son kertede kendisinin de eleştirisi anlamına gelemiyorsa, birliğin ve gayrılığın özdeşliğinin ayrımında değilse eğer, yazı hakikate sırtını dönmüş çok bilmiş, sevimsiz bir çıktıya döner.
Öyleyse tanrıları güldürebilmek, başlı başına iyi bir yazma motivasyonu olmalı.