Londra’da enstitüye (Wellcome Trust Centre for Neuroimaging) uğradığım her gün şu gördüğünüz fosforlu ışıklı basit objeyi görüyor ve gözlerime bir türlü inanamıyorum. (Adeta yeniden dirilmiş İsa’yı karşısında gören, ve onun o olduğuna inanmakta zorluk çeken, şüpheci havari Thomas gibi! )

Objenin solu kırmızı ve sağı yeşil fosforlu yapıda; ve her baktığımda sağ yeşil parçanın sol kırmızı parçadan daha uzun olduğunu “sanıyorum”. (Hatta fotoğrafı bile sizin açınızdan yanıltıcı olacak şekilde çekmişim!) Bu sanının yanlış olduğunu görsel algı çalışan bilimcilerin beyanına dayanarak bilsem de; elime bir cetvel alıp ölçtüğümde, aynı boyutlarda olduklarını gösterebilsem de, yine de ertesi gün “beynimi” doğru görmeye ikna edemiyorum. Yanlış görmeye devam ediyorum. Bu tür görsel illüzyonlara literatürde Müller-Lyer illüzyonları deniyor. Bu türün daha meşhur bir örneği de aşağıdaki gibi.

Görsel illüzyonlar dış gerçeklik hakkındaki “hakikati” çok fena ıskalıyorlar, burası kesin. Buna itiraz edecek dünya üzerinde hiçbir aklı başında insan evladı yok. Peki bilimlerin tanıklık ettiği tonlarca sayılabilecek bu tür “yanlış” duyusal sanılar nereden çıkıyor?
Görsel algımız dünyayı daha iyi kavrayıp, hayatta kalmamızı sağlamıyor muydu? Bu algı sayesinde merdivenlerden düşmüyoruz; bizi avlayacak bir aslan gördüğümüzde ondan kaçabiliyoruz vs. vs. Gerçi, kültürel – şehirli, doğaya yabancılaşmış insanın habitatında bir aslan yok, zavallı aslanlar hayvan bahçelerindeki kurbanlara dönüşmüş. Ama konumuz bu değil. Ankara gibi berbat araba kullanan sürücülerin gazabından da, işte beyninizle ilişkili olduğunu düşündüğünüz görsel algınız ve dikkat kapasiteniz gibi zihinsel yetileriniz sayesinden kurtuluyorsunuz misal. Peki yine soralım: Nerden çıktı evrimsel süreçte bu illüzyonlar, yanlış algılar öyleyse?
Bu yazıyı, geçen senelerde bir Ted konuşmasından itibaren takibe aldığım Donald Hoffman’ın “The Case Against Reality: How Evolution Hid the Truth from Us?” başlıklı şimdi yeni bitirdiğim taze kitabından sonra karalamaya başladım. Kitapta bu ay piyasaya çıktı İngiltere’de; bir çırpıda bitti. Keşke başka işlerimi de bu hızda bitirebilsem. Neyse devam edelim.
Kitabın en önemli ve birincil tezi, FBT (Fitness Beats the Truth) olarak adlandırılıyor. Kısaca, canlının “hakikatin bilgisine sahip olmasının” (dış dünya hakkındaki hakikat) evrimsel uyum açısından bir faydası yok. Tam tersine, hakikate kilitlenmiş canlı bireyler (olası anomaliler) bu nedenle hayatta kalamıyorlar. (Bu tezi destekleyecek pek çok paragrafı özellikle Nietzsche’nin metinlerinden alıp, önünüze getirebilirdim. Hoffman bazı filozoflardan söz etse de, Nietzsche’nin adı kitapta geçmiyor.) Bu yüzden böyle bireyler vardıysa bile, doğa hepsini en baştan elimine etti. Pek çoğunun doğma gibi bir şansı bile olmadı. (Gerçi kadim düşünürlerden biri, en şanslılarımızın, hiç doğmamış olanlarımız olduğunu söylüyordu. Bunları duysa kim bilir nasıl kahkaha atardı.)
İkinci “radikal” tez de buradan neşet ediyor zaten: İlk tezin mantıksal sonucu olarak, bizim algısal mekanizmamız tam bir arayüz (interface) gibi çalışıyor. Yani altta yatan dış gerçeklikten uzak (radikal olarak kopuk), onu bizim hayatta kalmamız ve verimli eşler bulmamızı sağlayan bir arayüz olarak. Tıpkı Windows işletim sisteminiz gibi. Dosyanız, bilgisayarınızın desktop’unda gördüğünüz o mavi karesel ikon hakikatte bir dosya değil; onu çöp kutusu ikonuna taşıdığınızda hakikatte bir “silme” işlemi gerçekleşmiyor. Bu metaforda hakikat, bilgisayardaki elektronik devreler, transistörler, elektriksel akım, voltaj iniş çıkışları var. Eğer Apple şirketinin ürettiği Mac gibi başka bir işletim sistemi kullanıyor olsaydınız, dosya ile ilgili arayüzünüz de değişecekti. Bizim duyusal algılarımız da dış gerçeklikten bu babda kopuk. Hayatta kalmamız bu sayede çünkü. Hoffman bu tezleri oldukça ikna edici ve Evrimsel algoritmalar’la ve oyunlarla itiraz etmesi hiç de kolay olmayan bir düzlemde destekleniyor. (Bu konularda bu ortamda, gerçeklik ve bize görünen arasındaki farka dair, şurada şöyle birşeyler önceleri karalamıştım.)
Hoffman’ın canlılar aleminde algısal illüzyon olarak sıklıkla değindiği; benim de bazı derslerimde öğrencilere anlattığım ilginç bir örnekten söz edeyim: Avustralya’daki dişileri büyük, erkekleri ise küçük ve uçabilen tipte olan mücevher böcekleri (jewel bugs)…
Bu böceklerin soylarının 80’li yıllarda nedense tükenmeye yüz tuttuğu anlaşılıyor. Sebebini anlamak için bir takım biyologlar işe koyuluyorlar. Olay araştırıldığında, meselenin o esnada piyasaya çıkan bir bira şişesinin dizaynının farklılığından olduğu; uçabilen erkek böceklerin görsel olarak parlak, kahverengi ve bombeli niteliklere haiz mümkün olduğunca büyük dişiler aradıklarından; kocaman bira şişelerini döllemeye çalıştıklarından, haliyle döllerin meyve vermemesinden, üremenin bitmesiyle soyun tükenme tehdidi altına girmesinden kaynaklandığı anlaşılıyor… Aşağıdaki fotoğrafta şişeyi döllemeye çalışan erkek böceklerin dramasını görüyorsunuz. Ya da döllenemeyen dişilerin ya da şişenin… Dramayı kimlere atfedeceğiniz sizin hüsnü zannınıza kalmış.

Böcekler aldanırken, aslen evrimsel oyunun kurallarına uygun olarak davranıyorlar “gerçekliği kavrayışlarında”… (Böyle acayip şişelerle karşılaşacaklarını tabii ki öngöremeksizin!) Onların karşı cinste kodladıkları enformasyonu birebir karşılamakla kalmayıp, “normal ötesi” bir fitness barındıran şişelere gidişleri bundan… Fakat sonunda şişe doğal olarak bir yavru vermediğinden, evrimsel adaptasyonu tersine gidiyor ve hayat oyununun dışında kalıyorlar. İşte esaslı “illüzyon” bu. Hoffman’ın teorisine göre zaten “dişi böcek”e dair erkek böceğin arayüzü olan uzay-zamana ait maddi nitelikler de esas olarak, onlar algılamadığı sürece yok. Kafanız karıştı mı? Eski meşhur bir psikoposun ağzından Latincesini üfürsem, Esse est percipi, desem anlar mıydınız peki?
Algılananın içeriğinin esas hedefi böceğin hakikati görmesi değil, maksimum çoğalma imkanı verebilecek eşler… Hoffman’ın evrimsel yanılgılara satır arasında verdiği muzip örneklerden biri de Alaska’da metal geyik heykelleriyle çiftleşmeye çalışan geyikler… Bizler, şu postmodern zamanlarda Homo Sapiens türü olarak, davranışlarımızda mücevher böceklerinden ve Alaska geyiklerinden ne denli farklıyız, düşünmeye değer.
Eğer dış gerçekliğin hakikati, uzay-zamanla ve onun nesnelerinden tamamen farklı ise; bu durumda onun hakikatine erişme şansımız var mı? Hoffman, doğal olarak “matematik”i canlı türlerin ve tabii onların bir üyesi olarak bizlerin yanılsamalarından ayrı tutmak durumunda kalacak. Ölçümü de elimizden aldığımızda, “bilim”e ve bilebilmeye dair hiç bir olanak kalmıyor zira; ve yine bahsi geçen evrimsel algoritmaların çıktısının da hiçbir anlamı kalmamış oluyor. Bu da modern felsefede John Locke’un öne sürdüğü, ve o dönemdeki epistemolojide gezinen pek çok filozofta, bilhassa Descartes’da ve Kant’ta merkezi önemde dile getirilmiş, birincil (primer) ve ikincil (sekunder) nitelikler ayrımını yeniden anımsamamızı gerektiriyor. Birincil nitelik dediğimiz; nesnenin özneden bağımsız “ölçülebilir”, nicelendirilebilir nitelikleri: elmanın şekli, hacmi, kütlesi gibi. İkincil niteliklere ise özneye bağlı niteliklerin tamamı: elmanın kırmızılığı ya da tadı gibi.
Uzay-zamanı, nedenselliği, onlara oturan ayrık maddi nesneleri (tabii ki bu seriye nörobilimcilerin fetişi olan beyinler dahil edebiliriz) varlığın esası olmadığını düşünmek, sağduyu’ya uygun düşünen biri için çılgınca gelebilir. (Gerçi pek “sağlıklı” transandantal idealist filozofumuz Immanuel Kant zaten kategorilerinde tüm bunları zihne bağlı kılıyor; bizatihi nesnel gerçekliğin temas edilemez başkalığını Ding an sich mefhumu olarak kendi sisteminde ayrıntılı olarak teorize ediyordu.) Ama bugünlerde pek çok fizikçinin de uzay-zamanın reddi noktalarına gelmiş olmasını bu denilenlerin yerine ayrıca yanına koymak gerek. Teorik bir fizikçinin kullandığı terimleri dinlediğinizde, zaten pek çok “çılgın”, gündelik akla aykırı gelen laflarla karşılaşacaksınız. Bunu da sağduyunuzunu şekillendiren evrimsel sürece bağlamak zor olmasa gerek. Doğanın milyonlarca yıl boyunca genetiğinizi şekillendirirken bu konulara dalacağınızı bilmesinin bi yolu yoktu değil mi? (Kulakları çınlasın, çok sevgili bir biyolog hocamız olan Münire Özlem Çevik’in derme çatma giden evrimi, laz müteahhite benzetmesi geliyor aklıma şimdi.)
Başka bir ilginç mevzuu, Hoffman’ın mantık yürütümü, bilim dünyasınca hemen herkesçe kabul gören Darwin’in Evrim Teorisi’ne dayansa da; son adımda aslında “evrimsel oyunun” arayüzün kurallarına dahil olduğunu, mutlak olmadığını söylemesi… Bir nevi bindiği merdivenle yukarı çıktıktan sonra onu tekmeleyip, devirmesi. Bunun da son kertede akıllıca bir müdahale olduğunu düşünüyorum.
Hoffman’ın fikirlerinin bilim ortodoksisinin engellemelerine rağmen şimdi o denli olmasa da yakın zamanda bir hayli ciddiye alınacağını düşünüyorum. Kitap hakkında konuşulacak daha bir yığın şey var. Ama nihayetinde buraya kadar gelebilmişseniz eğer, okuduğunuz, bahsettiğim enstitüdeki ofiste “çalışmaktan kaçmak” için girişilmiş bir blog yazısı.
Şimdilik sadece aklıma düşen ilke elden cevaplaması öyle kolay olmayan soruları da dizeyim: Hakikati aramak, evrimsel oyunda güdük kalmak pahasına etik olan mıdır? Yoksa bu boş yere rüzgârı mı kovalamaktır? Etik de olsa edim, hayatta kalmakla mümkün olabileceğine göre, bu bize çok ilginç gri bir bölgede akıl yürütme şansı veriyor. Öyleyse, buradan nasıl bir etik – politik yola çıkabiliriz? Evrimsel oyun sonucunda kompleksleşen bilincin gittiği bir yer, bir teleolojisi, bir ereği var mıdır? Yoksa yine kendi başımıza açtığımız Hakikat adında bir ilüzyon içinde debelenip duruyoruz?
Hiç de sevmediğim hoca damarım tuttu. Fakat bunu kendi çöplüğümde söylememin bir mahzuru olamaz: Alın size, ev ödevi.